Herşey “belgesel fotograf“ konusunda bir guruba “koçluk“ yapmam istenildiğinde başladı. Kendi kendine yeten, zamanını boş geçirmeden yaşayabilen birey olarak, bu durum bana artı sorumluluklar getirdi. Bu guruba elimden geldiğince belgesel fotografı anlatmaya, fotografın keşfinden itibaren bu alanda gerçekleştirilen örnekler göstermeye çabaladım... gene konuya ilişkin filmler izlemelerini nacizane tavsiyerde bulundum. Genelde karşılaştığım tavır: işi hafife almak; sanki fotograf entipüften bir mecramış, vb. davranışlara tanık oldum.
Fotograf kendi içerisinde zamanla bir çok aşamalar yaşadı. İlk ilan edildiği günden zamanımıza dek bir çok “liglere“ ayrıldı. Portre, manzara ile başladı, ve günümüzdeki eğilimlerden “minimal“e dek geldi...
Kendi adıma fotografın “belgesel“ dedikleri kısmını seçtim. Bu konuda okudum, çektim, yazdım, sergiledim, yayınladım. Ve bu süreç hala bitmedi...
“Güzel Şeyler Sabır İster“
Bizim jenerasyonun fotografa başladığı yıllarda fotograf üretebilmek için gerçekten “sabır“ gerektiriyordu. Fotograf aygıtlarının nasıl çalıştığını, objektiflerin neler olduğunu; fotografları çektikten sonra filmin hangi kimyasal ile nasıl banyo edileceğini, kartlara baskı işlemlerinin nasıl olacağı, filmlerin nasıl kurutulacağı, vb...
Kısaca: Bir dizi uğraş sonucu neler çektiklerimizin sonuçlarını görebilirdik.
Kısaca: Optik, ışık ve kimyanın birleşimi sonucu oluşan “büyü“den sonra fotograflarımızı görebiliyorduk.
Başka bir demeyle: Fotograf “Alaaddin’in Sihirli Lambası“ gibi, kendine has bir giz (sır) olayı idi...
Şimdilerde fotografın bu denli basite alınması, entipüften bir uğraşmış gibi tavırlarla yüzyüze gelmesi acıtıyor... ki herkesin, istisnasız “herkesin bir fotograf makinası olmalıdır“diyenler gurubundanım.
2002 yılında bir dergi için Fotokina hakkında bir yazı yazmam istenince, o yıl Fotokina’da gözden kaçmayan bir atılım yapan dijital teknolojiyi görünce (dijital bu tarihten çok önce başlamıştı) yazımın başlığını “Fotograf demokratikleşiyor“ koymuştum. Ve öyle oldu. Şu an, hangi sınıftan olursa olsun, istisnasız herkesin elinde bir “görüntü“ üretebileceği alet bulunmaktadır.
Gerek fotograf makinası, gerek akıllı cep telefonu ile çeksin, herkes “fotograf çekiyorum“ demektedir... Endüstri 1890 yılında ortaya attığı reklam sloganı olan, “Siz düğmeye basın, gerisini bize bırakın“belgisini, içinde bulunduğumuz zamanda tamamiyle gerçekleşmiştir. Artık, eskiden olduğu gibi, kaç ASA’da, hangi optik ile kaç diyaframda çekileceğini, hangi kimya ile banyo edileceğini, hangi karta basılacağını düşünmeye gerek kalmamıştır... (ama kazın ayağı böyle değil.)
İşte sorun burada başlamaktadır. Fotograf makinesinin düğmesine basılıyor ve hemen arkasındaki ekranda çekilen görülebiliyor...
Sabırsız olan halkımız ise, ne çıkarsa çıksın hayatından memnun...
Ancak “Güzel Şeyler Sabır İster“!Bundan önce de bilgi, deneyim ister; gelişkin bir kişilik ister.
Fotografın ALFABE’si
Birçoklarının dediği gibi, “bana göre böyle“,başka şeylerde olduğu gibi, fotografta da geçersizdir. Fotografın bir alfabesi vardır. Aynı konuştuğumuz dilin alfabesi gibi... Bu olmasaydı, anlaşmakta güçlük çekeceğimizin kaçınılmaz gerçektir.
Fotografın alfabe’si nedeniyle, “fotografın dili“tüm yeryüzünde, herkesin birbirleriyle tercümansız anlaşabildiği bir dil; bir fotografa bakarken çevirmene gereksinim duymayız. Ve, ortaya bir fotograf konulursa tüm dünyada anlaşılır ve anlayabiliriz. Bu ALFABE nedeniyle, fotograf biriciktir. Dikkat edilecek mesele, sunduğumuz fotograflarda değerli bilgiler olmasıdır. Yazıda olduğu gibi, bir fotograf da, ona bakana değerli bilgiler verebileceği gibi, görsel kirlilik te sunabilir.
Fotografın en önemli özelliği içeriğidir. Öyküsüdür. Bunu ısrarla savunuyorum!
Bir örnek: Yaşamın Aynası: Fotograf (*1)kitabımın ikinci baskısı çıktığında ülkemiz üniversitelerinde hocalık yapan bir tanıdığım, “Kitabını okudum. Ancak 33üncü sayfadaki bir cümle, benim için değil ama, öğrenciler için çok tehlikeli...“ dedi. Şaşırdım.
Cümle şöyle: “Mesajı olmayan fotograf ’banal’ bir çalışmadır.“Bu tümce ile de fotografın en önemli özelliği olan “öyküsü“ olması dile getirilmektedir.
“TEHLİKE“ nerededir?
Öykü mü, Teknik mi?
Diğer bir gerçek ise, herhangi bir sayfada basılan, veya sergilenen bir fotograf, ilk bakışta anlaşılabilir. Bazı fotograflara daha uzun bakmak gerekebilir. Aynı bir öyküde ya da romanda olduğu gibi, bazı satırları iyicene özümsemek için tekrar tekrar okumak gerekebilir. Bir fotografa da tekrar tekrar bakılabilir. Hele bıkmadan bakılabiliyorsa, o öykü ’tadından yenmez’...
TV ve diğer mecralarda fotograf kullanımı, günümüzde Facebook, Twitter ve/veya başka sosyal ortamlarda olduğu gibi fotografın ’bıktırırcasına’ çok kullanıldığı bir dönemde, fotografların öykülerinin de nitelik olarak çok üstün olmaları gerekiyor. Ancak bu durumda, bir fotografı okumak, TV’lerdeki, reklamlardaki resimlere bakmaktan daha tercih edilen bir durum yaratabilir.
Teknik, alet-edavat hakkında saatlerce konuşmak; önüne konulan fotografı teknik yönden saatlerce irdelemek sadece, ülkemdeki fotografla uğraşan insanlara özgü bir şey değil. Dünyanın her yerinde, fotografın içeriğinden çok tekniği üzerine konuşmak gibi bir “salgın hastalık“ sözkonusu... hele ülkemde, iki fotografçı biraraya geldiklerinde, neredeyse sadece ve sadece aygıtlar, teknik- üzerine sohbet etmekteler... hangi marka olursa olsun, tüm aygıtların yeteneklerini ezbere bilmekteler. Çoğunlukla, keskinliği ve renkleri iyiyse, o fotografın güzelliğinden dem vuruyorlar. Öyküsü hakkında konuşmalar, belirgin biçimde az!
Bu şuna benziyor: Bir roman okuyorsunuz ve dilbilgisi ve noktalama işaretleri doğruysa, o roman iyi roman gibi...
Kısaca: Teknik olarak çok iyi çalışılmış bir fotograf anlamsız ve sıkıcı olabilir.
Bir yazarın aletleri arasında kalemi/daktilosu hangi anlamı taşıyorsa, bir fotografçı için de fotograf aygıtı aynı anlamı taşıyor. Bunların markalarının çok iyi olması, çok iyi roman yazmalarına, çok iyi fotograf cekebilmelerinin altyapısını oluşturmaz. Öncelikle, o bireyin kişiliği önemlidir. Dünyaya bakış açısı önemlidir. Bunların ışığında ürününü verir. Bakmak, görmek, fotograf makinasından bakmak farklı eylemlerdir. Sonra, seçmek ve deklanşöre basmak gerekmektedir. İşte tam bu sırada deklanşöre ne zaman basacağınıza, alet değil fotografçı karar verir... bu uğraşın ayrıcalığı buradadır.
“Ah bir Leica’m olsa nasıl güzel fotograflar çekerdim“gibi düşünceler beyhudedir. Kafanın içinde ne varsa, gözler onu görür. Diğeri “makinalara esirlik“ diye tanımlanabilir. Ve öyledir.
Tüm bu yazdıklarından “teknik önemli değildir“ gibi bir anlam çıkartılmamalıdır. Tam tersine aletin teknik yetenekleri çok iyi bilinmelidir. Hangi sonucun alınacağı iyi bilinmelidir. Akıllıca kullanılmalı, amaca uygun kullanılmalıdır. İçeriğin önüne geçmemelidir.
Bu içerik fotografçının kişiliği ile oluşur. Kişiliği neyse, ürünleri de öyle olur. Bu konuda iyi bir örnek olduğu için S. Salgado’nun bir tümcesini alıntılayacağım: “Fotografını çekmek istediğiniz konuyla ideolojik yakınlığınızın olması gerekir. Eğer olmazsa uzun süre içten ve empatik kalamazsınız. Kendinizi konu ile özdeşleştirmeniz gerekmektedir.“ (*2)
Bu söylemi okuduktan sonra, koçluk yaptığım guruptaki bir konuşma aklıma geldi. Ülkemizdeki göçmenlerin çekilmesini, belgelenmesini önermiştim. Bir-iki araştırma gezisinden sonra, “göçmenlerin kaldıkları yerler çok pismiş“ bu nedenle aralarında bazıları “iğrenmişler.“ Bu yaklaşım ile zaten belgesel fotografçı olunmaz, demiştim.
Gözümüzü teknikten çok içeriğe doğrultmamız gerektiğini bir kez daha vurgulamak istiyorum. Düşüncelerimiz, bakmamız, görmemiz, hissetmemiz, çok önemlidir. Kendimizi ve ortamımızı bu tavırları benimsersek güzelleştirme şansımız artar.
- Bu fotografı neden çekiyorum?
- Neden bu insanı çekiyorum da başkasını değil?
- Bu motifin özelliği nedir?
- Bu fotografı çektim, sonra ne yapacağım?
Ve daha bir çok sorular... yanıtını veremediğimiz davranışta bulunmamamız gerekiyor. Fotografta da bu böyle. Neden farklı olsun?
Kısacası, konumuz fotograf ise, özellikle sosyal-belgesel fotograf ise, bu bizim yaşam biçimimiz olmalıdır.
Bu söylemle, yepyeni birşeyler söylediğimi sanmıyorum. Benden önce de, şimdi de bu tarz söylemlerde belgesel fotografçılara rastladıkça, eskilerin devamı, şimdikilerin de çağdaşı olduğum için kıvanç duyuyorum.
İzmir, 14 Temmuz 2015 - Şubat 2018 [2]