Mehmet Ünal
Neden Fotoğraf?
Neden Fotoğraf?
En çok karşılaştığım sorulardan biri: Neden fotograf çekiyorsun? oldu. Fotograf konusunda, sorulan sorular kadar düşündüm mü? bilemiyorum... Ancak, artık fotograf üzerine, daha doğrusu benim fotograf anlayışım üzerine konuşmanın, bir kaç satır yazmanın zamanı geldiğine inanıyorum.
Bu soruya kısa ve kesin bir yanıt verebilmem olanaksız. Çocukluğumda, gençliğimde fotografı çok az çekilenlerdendim. Parasal konumu bizim gibi kısıtlı olan ailelerin fotograf makinelerinin olabilmesi, pek kolay olmadığı gibi, kentin fotografçısına gidip, fotograf çektirebilmek de pek sık rastlanılan bir olay değildi. Diğer bir deyişle: Fotograf çektirmek belli bir “Lükstü”. Bu nedenle, benim çocukluğumdan ya da gençliğimden kalma fotograflar çoğunlukla, resmi daireler için gereken vesikalıklardan ibaretti. Annemin zorlamasıyla, ben ve erkek kardeşim minikken bir de “haftalık” denilen tarzda fotografımız çekilmişti. Haa bir de, ilkokulda kendi sınıf öğretmenim ve sınıf arkadaşlarımla çekilmiş bir “hatıra fotografı” vardır, albümümde. Bu ve başka nedenlerle, bir çok fotografçının özgeçmişinde bulunan, ’’on iki yaşında babası ilk fotograf makinesini hediye etti’’ diye bir tümceden yoksunum. (Ayrıca bunun belirtilmesinin anlamını da hâlâ anlamış değilim.)
Fotografa yönelmemin bir nedeni bu durum olabilir mi? Ya da Federal Almanya’ya geldiğimde kendimi anlatabilmenin bir yolu muydu fotograf? Kendini anlatabilme diye bir sorunum mu olmuştu? Belki evet! Çünkü, ben Türkiye’deyken izine gelen “Almancıların” görüntüleriyle, buraya geldiğimde saptadığım görüntüleri arasında “dağlar” kadar fark olduğunu gördüm. “Misafir Türk İşçilerinin Yaşamı” Türkiye’de gördüklerimle, onların bana Türkiye’de anlatıklarıyla çelişiyordu.
1976 yılında bulutlu, yağmurlu bir Kasım günü geldim F. Almanya’ya. Bana: “Almanya’ya neden geldin?” diye sorusunu bir sergimde: “Aşkımın peşinden geldim!” diye yanıtladım.
Sevgilim (eşim), oturduğumuz konutu işe gitmek için sabah saat sekizde terk etmek zorundaydı. Bir işte çalışmadığım için evde yalnız kalmak zorundaydım. Oturduğumuz apartmanın arkasındaki ormana, yalnızlığımı gidermek için, kaç kez geziye çıktığımı artık anımsayamıyorum. Bu yalnızlığımın sürekli farkında olan eşim, ilk aldığı yılbaşı ikramiyesi ile bana, üç objektifi ile bir fotograf makinesi satın aldı. Tabii film de getirmişti. İşte fotograf böyle başlamıştı. İlk günlerde belli bir motifin peşine takılmıyor, önüme ne çıkarsa fotograflıyordum. Ayrıca bu aygıt, Türkiye’deki aygıtlarımdan daha yetenekliydi. (Yetmişli yılların başlarında, oturduğumuz kente izin yapmaya gelen Polonyalı turistlerden Rus malı bir aygıt satın almıştım. Zorki ve Zenit.) Bunlar sağlam ama, kullanması güç makinelerdi. Vizörleri genellikle karanlıktı. O zamanlar da amaçsız çekimler yapıyordum. Fotograf diyebilmek güç, güzel anılar olarak hâlâ saklarım onları...
Daha sonra bir Londra maceram var. İlk iyi fotograf aygıtımı ve karanlık oda alet ve edevatlarını orada satın aldım. Yasica aygıtın üç adette objektifi vardı. Agrandizör Rus malı ve çantası aynı zamanda masa olarak kullanılıyordu. (O tarihlerde müthiş güzel bir fikir, diye düşünmüştüm.)
Daha çok özel fotograflar çekiyordum. Konutumu paylaştığım, Bakırköylü, başarısız şair arkadaşım Cemal ile, kendimize göre bazı denemeler yapıyorduk. (Cemal’i babası istemediği bir kızla evlendirmek istiyordu. O ise başka bir kızı seviyordu. Londra’ya kaçarak, bu zorunlu evliliği önlemiş oldu.)
İki odalı konutumuzun, bir odasını karartarak, bu amaçsız denemelerimizi yapıyorduk. Şimdi geriye yalnızca bazı güzel anılar kaldı.
(Fotografın önemli bir yanı da bu mu olsa gerek?!)
Okuduğum okulun sömestir tatilinde, şimdi adını anımsayamadığım, diğer bir Bakırköylü arkadaşımın, 60 model bir Mercedes’iyle, bir kış günü İstanbul’a gittim. Ailemle, kardeşlerimle yeniden buluşmanın sevincini yaşarken, hem mahalle hem de asıl mesleğim olan tiyatrodan arkadaşlarımla buluştum. Bu arkadaşlarım bir tiyatro gurubu kurmak üzereydiler.
Sonra ne oldu?
Kamera ve karanlık oda aletlerini satarak, ilk oyunumuzun dekor masraflarını karşıladık. Ve artık İstanbul’da kalmak anlamını taşıyan bu girişim, Londra’ya geri dönmemi engellediği gibi, amaçladığım tahsilimi de yarıda bırakmama neden oldu.
Aynı günlerde mahallemizden iki arkadaş, iki abimiz, (Mustafa ve Ender), İstanbul Tıp Fakültesi’nde bir fotograf atölyesi kurma girişimindeydiler. Bana anlatılanlara göre, bakanlıktan henüz bütçesi çıkmadığı için, okuldaki hocalar, fotograf atölyesinin açılmasını özel gelirlerinden desteklemişlerdi. Tiyatrodan geri kalan zamanlarda sık sık oraya gidiyor, onlara yardım ediyordum. Bu ikisinden fotograf konusunda çok şey öğrendim. (25 yaşında biri olarak çıraklık yapıyordum.)
Karanlık oda ve stüdyo fakültenin iç hastalıkları bölümündeydi. Üniversite hocalarının derslerinde kullanmaları için röntgen filmlerinden dialar üretiyor, bunları renklendiriyorduk. Bu dersler görsel malzemelerle ilgi çekici olmaya başlamıştı. O sıralarda hazır dia filmleri bulabilmek güçtü, bulu- nanlar ise çok pahalıydı. (Türkiye’nin bu endüstri dalında yatırımı ve üretimi yoktur.) Siyah-beyaz negatif filmlere çekim yaparak, banyoda pozitif duruma getiriyorduk. Yanı sıra aynı fakültede, aynı gövdede iki cinsiyet taşıyan hastalar için bir bölüm vardı. Bu hastaların her ay fotograflarını çekiyor, hocaların uyguladıkları terapinin gelişimini takip etmesini kolaylaştırıyorduk.
Ücretsiz olarak çalıştığım bu anları hâlâ sevinçle anımsıyorum. Mustafa ve Ender’den öğrendiklerimi başka hiçbir yerde öğrenme olanağım olamazdı. Geriye dönük düşündüğümde, o tarihlerde fotograf kimyaları, şimdiki gibi hazır satılmıyordu. Hatta doğrudan kullanmaya hazır kimyaların varlığından bile haberim yoktu.Toz halinde alınan kimyaları tartarak kendimiz karıştırıyorduk.
Fotograf çekmek bir eğlenceydi
Almanya’da önce yeni aldığım fotograf makinesinin huyunu-suyunu öğrenmek zorundaydım. Bu kameranın kendi ışıkölçeri (pozometre) vardı. Böyle bir makineyle hiç çalışmamıştım. (Türkiye’deki aygıtlarımın ışıkölçerleri yoktu. Filmimizi nasıl ışıklandıracağımıza, varolan ışığa bakarak karar ve- riyorduk. Bu deneylerin daha sonra bana çok faydası olduğunu tespit edecektim.) Öyküsü şöyle: Bir çekim sırasında, fotografını çektiğim bir kızcağız masamın üzerinde duran fotograf makinesine çarptı ve makineyi yere düşürdü. Işıkölçeri bozulmuştu. Buna karşın çekim yapmıştık. Önceki bilgilere dayanarak göz kararı ışıklandırmıştım. Çekim bitmişti. Hemen karanlık odaya girerek filmi banyo ettim. Yüzdesi hayli yüksek iyi, doğru ışıklandırılmış negatifler elde ettiğimde, gözle ölçtüğüm ışığın doğru kararlar olduğunu saptadım.
Bir yanıyla fotograf çekmek bir eğlenceydi. Keşke böyle kalsaydı! Çünkü, her ne kadar bir işin derinliğine inerseniz, o denli bu işin içinden çıkmak zorlaşıyor. Diğer bir deyişle, bu işi yalnızca eğlence olarak yapmak zorlaşıyor. Ya da bendeki etkileri böyle oldu...
Fotografta “alaylı” olduğumu çekinmeden söylerim. Bugün bile... Yukarıda anlattıklarımın dışında, fotografın ne öğrenimini gördüm ne de bir ustanın yanında çıraklık yaptım. Öğrendiklerimin bakmaktan, bakmasını, görmesini öğrenmekten ibaret olduğunu açıklamalıyım. Tabi ki arkadaşım Fuat Hendek’in dostça dayanışmasını unutmamalıyım. Fuat, Eski adıyla “Güzel Sanatlar Akademisi” mezunlarındandı. Orada ’’hocalık ta yapmıştı’’. 6x6’lık bir Japon kamerası vardı. Ancak, başka işlerle uğraşmaktan, fotografla uğraşmaya zamanı kalmıyordu. Bu durum beni daha çok desteklemesini beraberinde getirmişti. Kısıtlı da olsa, bugün bile buluşmalarımızın önemli bölümü fotograf üzerine tartışmalarla geçer...
Fotografta benim en çok önem verdiğim durum ise, bir fotografçı diğer fotografçıya bir fotograf gösterdiğinde, onun bu fotograftan ne anladığını doğrudan söylemesidir. Tabii işin gerek teknik gerekse içerik yanını da unutmaması gerekir. İster olumlu, ister olumsuz olsun bu tipten “fotograf konuşmaları” fotograf çeken herkese umulmadık yardımlarda bulunuyor. Arkadaşım Fuat eleştirilerini benden hiç esirgemedi. Fotografta kendi yolumu bulmamda yardımcı oldu.
Bazı örneklerinde olduğu gibi, benim yaşamım dümdüz gelişmedi. Akla gelebilen her işte çalıştım. Almanya’da “aylakçı” tanımlaması geçerli olsa da, çalışan adam nasıl aylakçı olur, diye çok düşünmüşümdür. (Çalışmak ile meşguliyet konuları ayrıca tartışılmalıdır.)
Çalıştığım bütün işlerde, o işi yaptığım sırada çok severek yaptım. Tat almadığımı anladığım anlarda hemen o işi bırakarak başka uğraşa yöneldim. İstemediğim, sevmediğim, hoşlanmadığım işlere hiç mi hiç kafa yormadım. Henüz yedi yaşındayken, amcamın terzi dükkanında ayakçı olarak çalıştım. Bir yıl sonra okul tatilinde bir kahvede çıraklık sıraya girdi. Babamın inşaatlarında, İstiklal Caddesinde yıllarca kapalı kalan Markiz pastahanesinin mutfağında yamaklık, Kapalıçarşı’da tezgahtarlık, tiyatrolarda oyunculuk vs. sürdü gitti yaşam... Askerlik dönüşü bir de Denizyollarında telsiz zabitliğim de oldu.
Sonra F. Almanya’ya göç...
Yolculuk Almanya’ya...
Ne yapacağını bilmeyen ben, o sıralarda gazeteciliğe soyundum. Türk veya Alman günlük gazetelerine fotograf/yazı yetiştirmeye çalıştım. Sonra bir sosyal danışmanlık dönemim de var. Şimdi ise Alman Sendikalar Birliğinde (DGB) bölge sekreteri olarak çalışmaktayım. (Beni kimse bu işimle tanımaz.)
Ama fotograf hayatımdan hiç eksilmedi. Tam tersine, fotograf düşünmediğim, fotografa bakmadığım gün hastaymışım gibi gelir bana...
Bir de bu “profesyonel misiniz?” sorusuna çok bozulurum. Ancak, ne zaman profesyonel olunur? diye düşünmekten alamam kendimi. Örneğin: bir ressam ne zaman profesyonelleşir? Yanıt verilemez. Ama sorunun altında yatan düşünce çok basit. “Bu işten para kazanıyor musun?” Ve para kazanılıyorsa “profesyonel”, kazanılmıyorsa “amatör” olursun. Bu tavır yalnızca ülkemize ait değil, insanların çoğu böyle düşünüyor. Halbuki, ülkemizde öyle ustalar var ki, yaptıkları evler mimarların yaptıklarından daha sağlam... hiçbir akademiye gitmemiş, o kadar çok iyi ressam veya heykeltıraş var ki...
Daha önce de söylediğim gibi, yaptığım işi severek yapıyor, sevmediğim zamanlar ise, bir daha ilgilenmemek üzere terk ediyorum. Bence profesyonel olmanın ilk koşulu yapılan işin, severek, istenilerek yapılmasıdır!
Sergilerimin açılış günlerinde, hangi fotograf makinesiyle çalışıyorsun sorusu o kadar sık soruldu ki, sıkılmaya başladım. Yanıtım, Nikon, Hasselblad, Leica olduğunda, gülücükler saçarak, “Tabi bu makineler bende de olsa, bende çekerim!” gibi tavırlar gerçekten sıkıcı oluyor. İyi fotografın yolunun, pahalı makinelerden geçtiği sayılıyor. Benim deneylerim ise, kameranın arkasında duran kişinin fotografı oluşturduğu, makinelerin değil. Bu tip pahalı makineleri kullanmanın tek nedeni, bozulma durumunun çok az düzeyde olmasıdır. Bizim gibi, çok çekim yapanlar için, az bozulan aygıtlar gerekiyor. Çoğunluk fotografçının yukarıda saydığım marka aygıtları kullanmasının nedeni budur! Gerisi palavra...
Fotograf, kendisiyle birlikte bir çok sorumluluğu da beraberinde getiriyor. Bu nedenle fotograflarla, fotografını çektiğimiz kişiler ile namuslu ilişkiler içerisinde olmalıyız. Herhangi bir olay için fotografımızı, fotografladığımız kişiyi güç durumda bırakmamalıyız. Ben bu sorumluluğumu hep ön planda tuttum. Elimde bulunan bir çok negatifi, benden başka, eşim ve çocuklarım dahil kimse görmedi.
Kişinin özgün haklarına saygı en önemli tavır olmalıdır. Bu nedenledir ki, F. Almanya’da portre çekmeme karşın, fotografı çekilen kişiler tarafından şikayet almayan, mahkemeye verilmeyen, henüz hiçbir ceza yemeyen portre fotografçısı olma sıfatını sürdürüyorum.
Çekmiş olduğum bazı fotograflardan, kimsenin aklına gelemeyecek kadar çok gelir sağlamam hiç de zor değildi. Bugün bu fotrografların belki hiçbir değeri kalmadı. Gene de göstermemekte direniyorum.
Öte yandan fotograf seyircisini, düşündürmeli, veya onu sevindirmelidir, diye düşünüyorum. Bugün bile bazı fotograflara (benim olsun olmasın) hâlâ severek bakıyorum. Her bakışımda onlardan bir şeyler öğreniyorum. Bazı fotografları çektiğim için çok mutluyum. Sonsuz haz duyuyorum. Mutlu olmadığım durum ise, herhangi bir müzik aleti çalamadığımdır. Geriye dönük düşündüğümde de bir müzik aleti çalmak için bir çaba sarf etmediğimi saptıyorum. Bir zamanlar bir klarnet satın alıp, kendi kendime öğrenme girişimlerim olduysa da, başarılı bir girişim olmadı. Şimdi ise evin bir köşesinde paslanmaya yüz tutmuş, bir süs eşyası gibi duruyor... belki bu nedenle kızım Tanja Eylem’i ve oğlum Jens Can’ı daha üç yaşlarındayken konservatuara gönderdim. Tanja Eylem daha başarılıydı. Üç yıllık ana kurslardan sonra, öğretmenleri piyano öğrenmesini salık verdiler. Hemen bir piyano kiralandı. Daha sonra bir piyano da satın alındı. Aniden kızcağız, artık piyano ile uğraşmayacağına karar verdi. Çok hüzünlendim... Can’ın müzik uğraşı ise hâlâ sürüyor: Hip-Hop.
“Serbest“ Gazetecilik
Bir dönem sonra karanlık oda işler hale geldi. Minik konutumuzun misafir tuvaletinde filmlerimi banyo edebiliyor, minik ebatta fotograf baskısı yapabiliyordum. Daha sonraları, çeşitli büyüklüklerde, çeşitli adreslerde atölyeler kiralayıp, şu veya bu nedenle çıkmak zorunda kalmıştım.
Almanya ikametimin ilk günlerinde, o yıllarda sadece ana tren istasyonlarının büfelerinde satılan Türkçe gazeteleri okuyordum. Aralarından bir tanesi, bölge muhabirleri arıyordu. Dilekçemi verdim ve kısa bir süre sonra işe alındım. “Serbest” olarak parça başı çalışmaya başladım. Hayatımda ilk kez yaptığım bu işe ısınmıştım. gece gündüz koşturuyor, F. Almanya’da çalışıp-yaşayan Türk işçilerinin yaşamlarından haberler üretiyordum.
Günün birinde bu işten atıldım. Sebep çok basitti: Yazı Kurulu F. Almanya’da çekmiş olduğum bir fotografın altına Hollanda’dan bir haber yerleştirmişti. Bu bir yanıltmacaydı, benim için. Yalan bir haberin altına imza atabilmem olanaksızdı. Bu fikrimi yazı kurulu şefime bildirdim. Kısa ve öz yanıtı: “Kartını masanın üstüne bırak. İşten atıldın!” oldu.
Kızgınlık, üzgünlük karışımı duygularla oradan ayrıldım. Bu türden kişilerle ilişkiye kendim sebeb olduğum için çok üzüldüm. Annemin bir sözü kulaklarımda çınladı: “Aptal insanlarla ilişki kuran insanın, akıllı olma şansı yoktur!”
Sonraları Alman basınından da fotograflarıma ilgi duyulmaya başladı. TV’lere haber fotografları ürettim. Bu fotograflar Almanların ilgisini çekmeye başlamıştı. Nedenini daha sonra öğrenecektim. Hemen hemen yirmi yıldır burada çalışıp-yaşayan Türklerle güncel ilişkiler, çalışma yaşamının dışına çıkmamıştı. Benim fotograflarımda, onların nasıl yaşadıklarını, serbest zamanlarında neler yaptıklarını görebiliyordular.
Sergiler
Daha sonra UNICEF Almanya bürosu için minik bir sergi gerçekleşti. 1979 yılının çocuk yılı olması nedeniyle, çocuk fotograflarından oluşan bir sergi gerçekleştirdim. Aynı yıl o zamanlar Türkiye’de yayımlanan “Politika” gazetesinin “Onur ödülü” verildi. Daha sonra fotograflarım bir çok ödüle layık görüldüler. (Bu ödüllerden bir şey anlayamadığım için, artık katılmama kararı aldım.)
Fotograflarıma duyulan şu ya da bu ilgi, bu işi sürdürmeme neden oldu. Arkadaşım Fuat’ın yanısıra bir zamanlar Haus der Geschichte Deutschland Müzesindeçalışan sayın Dr. Brehm’i de burada anmak zorundayım. Bu müze inşaat halindeydi. Açılışı hazırlanıyordu. F. Almanya’nın tarihini yansıtması düşünülen bu müzede bir de “Yabancılar Bölümü” hazırlanıyordu. Dr. Brehm adımı bir tanıdığımdan almış. Randevulaştık. Günün birinde müze için fotograf satın almak üzere çıkıp geldi. Ben ümitsizdim. Yirmi yıl yan yana yaşayıp, komşusunun nasıl yaşadığını benim fotograflarımdan tanıyan, öğrenen insanlara rastladıkça, umutsuzluğum artıyordu. Ayrıca büyük fotograf ajanslarının yanında benden fotograf seçilebileceğini çıkarsayamıyordum.
Dr. Brehm benim fotograf tarzımı tuttu. Umduğumdan daha seri bir kararla müze arşivi için yirmi fotograf satın aldı. “Artık fotografı bıraksam mi?” diye düşündüğüm bir zamanda böylesi bir ilgi ile tekrar yaptığım işten umutlanmaya başladım. Burada kendisine teşekkür etmek istiyorum.
Aynı zamanda Eckart Jonalik isimli bir fotografçı arkadaşa da teşekkür etmek zorundayım. Fotograflarıma dönük açık seçik eleştirilerinden yararlandım. 1986 yılında kendisinin de organizatörlerinden olduğu “Ruhr Havzasında 24 Saat”projesine davet edildim. Dünyanın her tarafından fotografçılar bir günlüğüne davet edilerek, 24 saat bir konuyu çekmeleri için örgütlendi. Türkiye’den kendisine bu projede çalışabilecek bir dizi fotografçı önerdiysem de kabul ettiremedim. Sebebini de öğrenemedim. Bir çok ünlü fotografçının arasında ülkemizden de büyük bir ustanın davet edilmesi gerekirdi diye düşünüyordum. Ara Güler’i önerdim. Elimde bulunan minik katalogunu gösterdim. Eckart, fotograflara baktı. Yorum yapmadı. Proje yöneticilerinin benim katılmamda karar aldıklarını bildirdi. Dünyanın ünlü fotografçıları ile aynı projede, aynı koşullar altında çalışmaktan onurlanmadım desem, yalan olur. Eckart, bu projenin beni fotografta “yüksek yerlere” getireceğini söylüyordu. Şimdiye dek bir şey getirdiğini saptayamadım. O yüksek yerler nereler ki?
Bu proje içinde minik bir anekdot: Proje bitmişti. Büyük boyutta bir de katalog yayınlanmıştı. Sergisi iki yıl süre ile Avrupa Birliği’nin önemli kentlerini dolaşmıştı.
Bu projede çalışan bütün fotografçıların özyaşamları da, fotograflarıyla birlikte kitabın sonuna basılmıştı. Be- nim özyaşamında doğum yeri olarak ’Ankara’ yazılıydı. Proje sorumlularından Michael’e telefon ederek, doğum yerimin yanlış yazıldığını söylediğimde, kendinden emin bir edayla: “Sorun değil Ankara da Türkiye’de!” diye yanıtlamıştı. Yaptığı ise saygısı mı yoktu?
Yeniden toparlanmak
Yeniden fotografa, kendi fotograflarıma dönmem gerekiyordu. Yaşamı, anları, her gün gözümüzün önünde cereyan eden ama göremediğimiz anları fotograflamak gerekiyordu. Başkalarını da bu duygulara ortak edebileceğim çekimler yapmak gerekiyordu. Kılıç-kalkanımı takınmış, yel değirmenlerine karşı savaşa çıkmaya hazırlanıyordum.
F. Almanya’ya göç etmemle birlikte aniden bir yalnızlık mı başlamıştı? Ya da hep vardı da ben mi kavrayamamıştım?
Geriye dönük düşündüğümde ülkemde yalnız kalabildiğimi anımsayamıyorum. Özellikle tiyatroda çalışırken yalnız kalabilmek imkansız bir durum. Yalnız başına tiyatro ? Olanaksız!
Sanatçı olunmasa da Türkiye’de yalnız kalabilmek, kendini dinleyebilmek olanağı yoktur. Göçle birlikte bazı şeylerin bilincine varmıştım. Özellikle yabancı bir ülkede yaşıyorsanız ve arzu ettiğiniz bir uğraşta başarılı olabilmenizin şans alanı çok daralıyor. Sanat alanında bu durum daha da zorlaşıyor. Mutlu anlara rastlamak, onları yaşamanın sınırları daralıyor. Bu duyguları mutlaka ilk ve son kez ben yaşamadım. Belki de bu duyguları yaşamak için mutlaka Almanya’da yaşamış olmak gerekiyor. Besteci Gustav Mahler’in de böylesi duyguları olmuş; kendisi Yahudi olduğu için, Almanlara göre daha iyi olması gerektiğini düşünmüş... ayrıca yabancı bir ülkede, tanıdıklarının olmadığı bir ülkede, sana yardım edebilecek insanların sayısı da kısıtlı. Başka bir demeyle, açılmayan kapıları tokmaklamak değil söylemek istediğim, tersine hangi kapıyı tokmaklayacağını bilememek bütün sorun.
Eşim hariç Almanya’da kimse beni tiyatro oyuncusu olarak tanımıyordu. Ve O bu alanda çalışmıyordu.
Aramayı, fotografı sürdürdüm. Yayınladım, yayınlattım. Hatta Mainz kenti eski kültür müdürünün benim fotograflarımın “sanat” olmadığını bu nedenle belediyenin galerilerinde sergilenemeyeceğini belirtmesine bile aldırış etmedim. Fotografa devam! İkamet ettiğim Mainz kenti dışında fotograflarım taraftar bulmaya başlayınca, aynı kültür müdürü fikrini değiştirerek, benim fotograflarımı sergilemeye başladı. Günümüzde artık benim teklif etmeme de gerek kalmadı. Onlar bana sergilenecek işim olup-olmadığını sormaya başladılar. Bugün, belki de o zaman gösterdiğim fotografların henüz “olgunlaşmadığını” düşünüyorum. Bu açıdan bakıldığında haklı bir eleştiriymiş diye de düşünebilirim.
Geriye dönük bir kez daha düşündüğümde, içinde bulunduğum sanat çevresinde yaşamını sanatıyla sürdüren çok az birey vardı. Başka bir demeyle, yaşamını sanatından kazanarak sürdürenleri tanıyamadım. Hâlâ, yeni tanıdığım sanatçılar arasında da sanatıyla geçinebilene rastlayamıyorum. Kısaca: Biz bu toplumun başarısız sanatçılarıyız! diye düşünüyorum.
“Eksik Günce“
Yirmi yılı aşkın bir süre sonra bazı fotograflarıma baktığımda, iyi ya da kötü bir dizi anılarımı tazeliyorum. Bazı resimlere dönük anılarım hâlâ bugünkü kadar taze, bazıları ise çok silik. Hiçbir şey anımsayamıyorum.
Fotograflarımı anılarımla birleştirmeyi düşünüyorum. Bazı fotograflar hakkında notlar almışım. Çoğunluğunda, çekildiği tarih ve yer hariç, hiçbir not yok. Keşke bir günce tutma alışkanlığım olsaydı...
Politik olayları, örneğin: elli yaşını aşmama karşın, bu kısa yaşamda üçüncü kez askeri cuntanın idareye el koyması vs., bilinçli olarak dışlıyorum. Sebebi açık: benim politik uğraşım yirmi yedi yaşında başladı ve otuz yaşımda son buldu. Sanırım, sonsuz şüpheler içindeydim... Benim yaşımdaki insanların politik benliklerini geliştirmeleri için belki de ortam uygun değildi. Ama ürünlerime politik olarak bakılır. Sanatçı ürünleri ile değerlendirilmeli, ait olduğu gurup sorun edilmemeli...
Yıllarca uğraş sonucu, bir dizi fotograf oluştu, ki bunlar kanımca içinde yaşadığımız Almanya’nın “sosyal tarihinden birer parça” olarak düşünülmelidir. Bilindiği gibi, amacı ne olursa olsun çekilen her fotograf bir anı, bir tarihi saptamış oluyor.
Zaten kendi fotograflarımın, herhangi bir ideolojinin politik ürünleri olduğuna inanmıyorum. Bu fotograflar içinde yaşadığım dönemde çekilmiş bir tarihi, “Misafir İşçilerin” tarihinden bir kesiti oluşturuyor. Buraya gelmelerinin nedenlerini fotografa sığdırabilmek güç...
Fotografın tespit ettiği kısa, bir anlık bakış, belki fotograflanan kişiyi anlamaya atılan ilk adımı oluşturabilir. Ve böylesi anlayışlı insanlarla karşılaşırsam çok mutlu olacağım.
Ben bu düşüncelerimi yazıya dökmeye çalışırken, dışarıda hava durumu sürekli değişiyor. Biraz sıcak, biraz soğuk arası... dengesiz bir durum. Işık ta dengesiz. Fotograf çekmeye bile özendirmiyor... Ve yaşam sürüyor... önümüzdeki günler, yıllar da yaşamımızdan fotograf(lar) eksilmeyecek...
Ve daha hangi hikayeleri yasayacağız, bilemem...
Mehmet Ünal
(Ağustos 1998 - Kasım 1999 tarihlerinde yazılan bu yazı Nisan 2006’da tekrar gözden geçirilerek bu hale getirilmiştir. Son olarak Mart 2019 tarihinde düzeltilmiştir.)
* Sayın Ünal, fotoğraf sözcüğündeki yumuşak “ğ” harfini özellikle kullanmamıştır.
Sayfadaki tüm fotoğraf çalışmaları Mehmet Ünal’ın kendı sitesinden alınmıştır.