Freitag, 15. Oktober 2021

Göç Çocukları



















’Almanya’nın üzerinde bir hayalet dolaşıyor.: Entegrasyon!’  

’Birinci Nesil’, ’İkinici Nesil’ ya da ’Üçüncü Nesil’ veya hâlen kucaklarda, bebek arabalarında taşınan taşınan ’Dördüncü Nesil’ mi ? 

bu entegrasyonun gerçekleşememesinin kişileri… 

Hekimler, sağlık görevlileri acaba neresinden başlarlar, böylesine derin bir yaranın tedavisine…

Konuşmak mı? Yazışmak mı? Komşu ilişkileri, iş arkadaşlıkları mı? Bu maraz için reçeteler yazıldı da bunlara uyan mı olmadı? Kim uymadı? Yerli halk mı? Yabancılar mı? (özellikle Türkler mi?)

 Böylesine karmakarışık bir sorun üzerine düşünce üretmeye neresinden, nasıl başlanır?


Göçten başlamalı. 

Göç, Türklerin, Türkiyelilerin binlerce yıllık tarihlerinin belki de en önemli olgusunu oluşturuyor… Günümüzde bile hâlâ ’göç sürüyor’. Ülkemizde çoğunlukla iç göç tartışılırken (nedenleri ne olursa olsun), biz Avrupa’da yaşayanlar buradaki söylemleri takip etmekte daha hassas bir tavır gösteriyoruz.

Kişisel olarak bu olgunun daha yakından takip edilmesini, araştırılmasını, tartışılmasını hep arzu ettim. ’Profesyoneller hariç, halkımıızın diğer bölümü bu sorunlarla uğraşmayı zaten kendisine görev edinmekten hep kaçınmıştır. ’Profesyonellerin’ çoğunluğu ise, bu sorunu kendilerine kalkan yaparak, damarlarında kann dolaşımını sağlamaktan öte bir girişimde bulunmamışlardır. Bu sav günümüz için de geçerliliğini korumaktadır. Bu ve diğer nedenlerle girişimler sonuçsuz kaldı. Bu nedenle sorunların ardındaki gizilliklerin günışığına çıkartılması gerçekleşemedi. Kamuoyunu yönlendirebilecek girişimlerde bulunulmadı; irili ufaklı olumlu girişimler ise ’hasıraltı’ edildiler. 


’’İğneyi kendine, çuvaldızı başkasına…’’


Minik bir örnek: Her kentte kurulan (daha sonra seçilen) Yabancılar Meclisi Kurumları, asli görevleri olan politika yerine,okuma akşamları, konserler vb. etkinlikler düzenleyerek, harcırahlarını, geçerli olan yerel yönetim yasalarına aykırı harcamalarda bulundular. Bunun nedenini soran olmadı. Soranlar tecrit edildiler. Belediyelerdeki görevli Almanlar ise ses çıkartmadılar. Çünkü buradaki yabancıların kültürel gereksinimlerini bu kadar ucuza halledebilmel işlerine geliyordu…

 

Bu bağlamda bilimadamı sayın Cüceloğlu’nun 'Özün sözün birse keriz sanıyorlar' tanımlamasını anımsamadan geçemeyeceğim. 

Bir işadamı: (Adını anımsamıyorum) “Avrupa, yaklaşık elli yıldır bizleri kabullenemiyor ve kabullenmeleri de çok zor gözüküyor.”

Diye demeç vermiş. İlk bakışta hak vermemek olanaksız. Ancak Türklerin Almanları, Almanya’yı kabullendiklerini iddia edebilir miyiz? Hâlâ durum böyle değil mi? Bu eziklik duygularının kökenleri nelerdir? Araştırıldı mı? Türkler arasında ’harbi tartışmalarla’ bir sonuca varıldı mı? Şu an (eskiden de böyleydi) politik görüşü ne olursa olsun Almanlar konusunda bir görüş birliği sözkonusu… şaşmamak olanaksız!


Bir yerlere gidememek. Örneğin Almanya’ya gelememek buradaki Türklerin gerçeği olarak saptanmalı mı? Sorunun bir kısmını ’Almanya’ya gelememek’ oluşturmuyor mu? Sorunun başı belki de bu soruyu düşünmemek, düşünülse bile yanıt bulamamak mı oluşturuyor? 


Nedir şu ’nesil’ meselesi?

1inci, 2inci, 3üncü ve nihayet 4üncü nesil Türkler… Nedense, (özel girişimleri ile, okumak için ya da bir macera yaşamak için gelenlerin) dışında tutulan, 1960 yılların başlarında Almanya’ya İşçi Bulma Kurumu aracılığı ile gelenler 1inci nesil olarak nitelendiriliyorlar. Halbuki kayıtlarda sayıları 2700 olarak belirtiliyor… demek ki daha sonra gelenlerde bu guruba dahil ediliyorlar… ve neticede hangi yaş gurubunun, hangi nesilden kabul edileceği hakkında ortak bir görüş oluşturulamamış… 

Bu konunun ivedi olarak çözülmesi kaçınılmaz… bilindiği üzre yanlış başlanırsa, yanlış çözümler üretiliyor…

Ben bu yazımda 1973 yılına dek resmi olarak gelenleri (yani Almanya’nın resmi olarak ’Misafir İşçi’ diye tanımlayarak buraya çağırdıkları insanları) 1inci nesil olarak kabulleniyorum. Aile birleşmesi olanağından faydananılarak, (yoğun olarak erkek çocukların getirildiği) 70’li yılların sonları, 80’li yılların başlarında gelenleri ise 2inci nesil olarak kabulleniyorum.

O tarihlerdeki ’Yabancılar Yasası’ bu yasaları yürürlüğe sokmakla yükümlü ’Yabancılar Polisi’ne aşırı yetkiler veriyordu. Yasaların bazıları, eyalete, kasabaya veya kente göre farklı uygulanabiliyordu. Hatta her memur kendine göre sonuçlar çıkartabiliyor, uygulamalarda bulunabiliyordu, bizimkilerin yaşamını güçleştirebiliyordu… F. Almanya’da genel konut sorununun çözümlenememesi, özellikle yabancılar için zor bir handikaptı. Çünkü oturma izni alabilmek için yasalar kişi başına belli bir metrekare konut alanı ibraz edilmesini zorunlu kılıyordu. Yabancılara konut kiralamak istemeyen ev sahipleri ise gazetelere bu isteklerini belirten ilanlar verebiliyorlardı ve bu durum ’kişisel özgürlük’ adına toplum tarafından genel kabul görüyordu… 

Eğitim ve başka sorunları yeri geldikçe anlatmak gerekecek… Günümüzde bile çözümlenemeyen bu durumun temel nedenleri çok eskilere dayanıyor.



Bu olay nedir, nasıl oluyor böyle?


İşte tam o günlerde Ruh Hekimi olarak çalışan arkadaşım Serol Teber (ne yazık ki artık aramızda değil) çalıştığı klinikten bir anısını aktarmıştı: ’’Profesör Villigen bir gün vizite yaparken çekici kaldırıp yere attı ve şunları söyledi: “Çocuklar ben sizden yardım istiyorum. Bu olay nedir, nasıl oluyor böyle?” Yardım etmek istiyoruz, fakat bir türlü, hasta olarak gelen, oraya yatmış olan insanların gösterdiği belirtilere tıp dilinde bir karşılık bulamıyoruz. Yani bir insanın, saçının telinden ayağının parmağına kadar her tarafı nasıl ağrır? Böyle Avrupa hekimine, tıbbına kolaylıkla anlatılamayan, onlar tarafından da kolayca anlaşılamayacak bir garip belirtiler yelpazesi...’’

Serol Teber’in bu analizleri daha sonra ’’İşçi Göçü ve Davranış Bozuklukları’’ adı ile Konuk Yayınları tarafından yayımladı. (1980)

Ne Nöro Psikiyatrist, ne politikacı, ne de bilim adamı olmadığıma göre, bir fotografçı olarak kendimden yola çıkarak bazı deneylerimi, ara sıra da bir fotograf göstererek sohbet biçiminde anlatmalıyım, diye düşünüyorum...

Bu fotograftan başlamalı:

Bu çocuk 10 yaşlarında Almanya’ya getirilmişti. Babasını da iyi tanırdım. Günün Baba, yeterli büyüklükte konut bulduğunu, bir gün mutlaka ziyaretine gelmemi rica etti. Oturdukları adrese gittiğimde, bu giriş kapısını ve kapının hemen arkasında oynayan iki çocuğu gördüm. Hemen fotograflarını çektim. Sokağa çıkmaktan çekindikleri için, burada oynuyorlardı... ‘‘Hazırlama Sınıfları’’ denilen sınıflara gönderiliyorlar, o zamanki pedagojik hesaplara göre, bu sınıflarda ‘daha yüksek eğitime’ hazırlanıyorlardı. Dokuz yıllık temel eğitim okullarının (Hauptschule) bir bölümüde olan bu sınıflara giden bu çocuklardan yüksek eğitim yapanlara ben rastlamadım. Yüksek eğitimi bir tarafa bırakalım, 9uncu yılı başarı ile bitirebilenlerin sayısı, kayıtlara giremeyecek kadar azdı. Bu okulu bile bitiremeyenlerin, çıraklık yapacak bir işyeri bulabilmeleri bile imkansızdı... belki de bu amaçlı yapılıyordu. Babaları ‘Vasıfsız işçi’ idiler. Bunların yerlerini dolduracak, yeni ‘vasıfsızlara’ gereksinim olabilirdi... ve böyle oldu.

Bu çocuk delikanlı yaşlara geldiğinde, daha önce aynı yolları katederek vasıfsız işçi olarak çalışan abeyinin kaderini paylaştı. Abeyine ‘ortalık dar gelmeye’ başlamıştı. Abey ‘göç travmalarını’ teker teker yaşıyordu. Doğduğu, büyüdüğü, çocukluk dönemini geçirdiği ve kendini ilk kanıtlama dönemini yaşadığı yerlerden kopartılıp burada yaşamaya zorlanmıştı. Çalıştığı işi kendisine uygun bulmuyordu. Tüketim malzemeleri hem çok yakında, hem de çok uzakta idiler. Ulaşmak kolay değildi... tüm yaşadıkları bu örselenmeye yol açmış, ‘davranış bozuklukları’ başlamıştı...

Daha sonra ‘karanlık işlerle’ uğraştığını, yakalanarak ülkeye geri gönderildiği haberi gelecekti. Bu fotograftaki kardeşi de abisinin gittiği yolu denedi. Baba günün birinde bana O’nun da TR’ye geri postalandığını anlatmıştı... Orada da yaşamına bir düzen verememiş ve zındana atılmıştı...

Bu minik kırık camın arkasından objektifime bakarken, yersiz-yurtsuz olduğunu mu anlatmak istiyordu?



Bir başka fotograf:

    





Tüm konut bu odadan ibaretti. Altı kişiydiler. Anne ve dört çocukhenüz göç etmişlerdi. Anne ile baba utandıkları için fotografta yer almak istemediler... Tuvalet (Plumsklo: Türkçesi yok. Plums: Cuppadak düşüş olarak çevirilebilir. Bu tür helâlar ülkemizin köylerinde hâlâ bulunmaktadır.) ve lavabo bahçedeydi ve tulumba ile su çekiliyordu. Banyo veya duş yoktu. Yemek fotografta da görüldüğü gibi yerde yeniliyordu. Geceleme tabii ki bu odada yapılıyordu. Bu odanın büyüklüğü toplam 11 metrekare idi. Ev sahibi Yabancılar Polisi için gereken yeterli konut belgesini vermişti. Kira bedeli bana söylenmedi.

Çocuğun korkulu bakışlarını nasıl değerlendirmeli? 

(Sol taraftaki fotograf ise, diğer fotografın çekildiği kente 70 KM uzak başka bir kasabada çekildi. Sorun aynı sorun. Hane sakinlerinin sayısı 3 kişi daha fazla.)


‘‘Kendisinin tümünü anlamadığı bir ortamda güvensizlik başlıyor. Bir tür iç huzursuzluk başlıyor. Bir matlaşma durumu başlayabiliyor. Durgunlaşma, donuklaşma, rahat hareket edememe... belli bir süre sonra normal kişilikte belli bir ruhsal gerilim ortaya çıkarıyor.’’ (Serol Teber)


Sözün burasında, bunları anlatırken kendimi de hiçbir zaman

fotograflarını çektiğim insanlardan farklı görmedim. Yazdıklarım kendi iç dünyamın süzgeçinden geçmektedir. Bu durumu açık yüreklilikle ifade etmek istiyorum. 



Bir fotograf daha:




Ruhr Havzasında bir konutun minik bir köşesine sıkıştırılmış anılar. Göçmenlik sürecinde bir insanın içerisinde neler olup-biter? Fotografın içindeki fotograf bize bir şey söylemez. Ancak O;nu bu duvara asan için çok farklı anlam taşır.

Bu fotograf belki de göçmenliğin bir kopuşlar olayı olduğunu anlatmaktadır. Bazı insanlar, birinini terkettiği bir yerdeler. Terkeden için ise durum farklı. Doğduğu, büyüdüğü beldeyi, yakınlarını, arkadaşlarını terkedip (bizim örneğimizde) Almanya’ya gelmiş. Bu durumu bilim adamları, mekansal, zamansal, tarihsel, kültürel kopuşun başlaması olarak değerlendirirler. 

Buna ilişkin olarak bir ekleme de bizlerin ‘‘cemaat kültüründen’’ gelmemiz ele alınmalıdır. Varolana uyarız aslında. Değiştirmek işimize gelmez. İşte bu fotograf ‘zorunlu bir kopuşun’ belgesidir, belki...




Fotografa devam...

















Moda olan bir tümce vardı: ‘‘Gündüz Alman, Gece Türk’’! Ne kadar doğruydu? ‘‘Gündüz Kuzu, Gece Kurt’’ gibi bir şey...Bu söylemin peşine takılanlar, insanları topluma böyle tanıtmaya çalışanların samimiyetlerine inanmak güçtü... Hâlâ öyle değil mi? Pragmatik söylemleri olanlar hep taraftar bulabilmişti. İçeriğinin doğru ya da yanlış olmasına bakılmıyordu. Bugün de böyle! TV ve/veya diğer medyada izliyoruz. Hele hele Almanların (sol ve sağ ya da Yeşiller’in ayrım yapmadan) ortak sevdikleri Türk kökenli bilgiçlere ne demeli?

Buna yakın bir atmosferi Almanya Helmut Schmidt’in Şansölyeliği sırasında yaşamıştık. Sayın Schmidt, Türkleri ‘entegrasyona yatkın, yatkın değil; entegrasyona istekli ve isteksiz’ olarak sınıflandırmıştı. Hemen arkasından CDU.Partisi hükümet oldu. Zamanın Federal İçişleri Bakanı Zümmermann, geri dönüşü teşvik yasası çıkartmış, binlerce Türk bu yasadan faydalanıp çoluk-çocuğu toparlayıp Türkiye’ye geri dönmüşlerdi.  Günümüzde söylemlerinde de ‘ya entegre olursun ya da çeker gidersin’ duygusu hakim... bakalım tarihe nasıl geçeçek?  (Gene bir geri dönüşü teşvik yasası çıkartılırsa şaşmamak gerekir.)

Türkler arasında ise bir iç tartışma yapmak mümkün değil. Alınganlık ve saldırganlık yerine düşünce üretilse, üretilen bu düşünceler topluma ulaştırılabilirse belki ileriye doğru minik bir adım atılabilir. 



Peki ne oldu bu nesillere?

Pek bir şey olmadı. İşçi olanlar, işçilik ve işsizlik arasında mekik dokuyorlar. Buradaki zamana ayak uydurabilenler, mesut bir yaşam sürdürüyor olabilir... Yıllardır Türkler arasındaki en önemli düşünce ‘köşeyi dönmek’. Kısa yoldan kendi işini kurabilmek. Bir başka deyişle ‘sınıf atlamak’. (Sadece Almanya’da değil tüm Avrupa’da, Alp dağlarının 100 nufüslu küçük köylerinde bile döner dükkanı görmek artık mucize değil.)

Bilgili olmak isteyene, kitap okumak isteyene rastlamak bir mucize... koro halinde aynı davranışlarda bulunuyorlar. Eğlence, giyim-kuşam ve sükse atmak başlıca amaç! 

Yüzeysel reçetelerle yaşamaya alışmış yüzeysel kişilikler… dersem kızarlar mı bana?


Cemaat toplumundan geldiğimizi belirtmiştim. Biraz açalım: Cemaat içinde genelde geleneksel tarzda bir hayat sürdülür. İçine girilen topluma aktif katılındığı zaman ise durum değişiyor. Cemaatı terketmek gerekiyor. Yapanlar var.  Özellikle Alman medyası bu ‘aykırı davranışlara’ yayınlarında aşırı yer veriyor.

Serol Teber bunu şöyle açıklamıştı: “Erlebnis” demek için dönüşümlerin dizginlerini insanın birey olarak kendi eline alması lazım. İşte modern toplumlarda sürdürülen yaşam bu. Onun için bizdeki hayatla batı toplumları, modern yaşam arasında belli bir fark var. Dünyaya bakışın temelinde bir farklılık var. Burada mutlaka toplum sizden aktif bir şekilde yaşamı değiştirmenizi bekliyor. Öbüründe ise siz yaşamı değiştirmeye ezkaza kalktığınızda, size büyük eleştiriler geliyor. “Neden değiştirdin, neden bilindiği gibi, şimdiye kadar olduğu gibi hayatını sürdürmüyorsun” diye... 

Geleneksel toplumdan gelip, modern toplumun içine girmiş olmamız basit bir süreç değil, sıkıntılarla dolu... Burada karşılaştığımız belki de en önemli sıkıntı, yeni toplumun beklentisinin çok fazla olması. Oysa biz çok beklenti değil de, günlük işimizi sürdürelim, ondan sonra kendi hayatımıza, klasik geleneksel hayatımıza, müziğimize, esprimize, yemeğimize dönelim istiyoruz. Bu beklentiyi şu veya bu şekilde duyumsamaya başladığımız zaman, önceden sözünü ettiğim psişik durum biraz daha gerginleşmeye, sıkıntılarımız biraz daha artmaya başlıyor.’’ 

Gene Serol Teber’den örneklersek, ‘göçmenlik yaşantısının insanı belli bazı rahatsızlıklar için potansiyel bir hazırlığa soktuğunu’ saptayabiliriz. Bu durum insanın biraz daha gergin bir ruh durumuna girmesine neden oluyor. Durum böyle olunca da, dedelerinin, babalarının, abilerinin ayrımcılıktan payını aldıklarını saptayan şu anki 20-24 yaşarası göçmen çocukları, Almanlardan gelen her görüşe (ayrım yapmadan) karşı çıkıyorlar. Almanlara sorulan en popüler soru: ‘Bist Du Auslinderfeind, oder was?’ (Sen yabancı düşmanı mısın yoksa?) Bu söylem sonrası hiç bir dialog şansı kalmıyor. Belki Alman bir adres tarifi soracaktı...

Almanlarda ise durum farklı, (2inci harbin nedenleri de buna önayak oluyor) yabancı düşmanı gözükmemek için, herhangibir yabancının yaptığı yasadışı olaylara sadece gözyumuyorlar...

Birinci nesil için özellikle dil olayının büyük bir sorun olduğunu belirtmeliyim. İkinici nesil için de durumun farklı olduğu iddia edilemez. Kırsal kesim insanı olan erkekler, ailenin bütün yükünü sırtlarında getirmişlerdi. Memleketlerindeki bütün bağları kopartmışlardı. Almanca bilmedikleri gibi, Almanya hakkında hiçbir bilgileri yoktu. Hekimler ‘bilinç bulanıklığından’ sözediyorlardı.

Eğitim düzeylerinin düşük olması bu sorunları halletmelerini engelliyordu. İkinci nesil denilen çocuklarına, bu tanımadıkları yaşamda onların yaşamı için bir  yol gösterebilmeleri neredeyse olanaksızdı... sorunlar başlıyordu... 

 

Bir sergimin adı: İptal-Kayıp Nesil’di. Birinci nesilden işçileri fotograflamış, Tophane’deki İşçi Bulma Kurumu önünde çektirdikleri vesikalıklarla karşı karşıya koymuştum. Diğerleri kazanan nesiller miydi? Bilemiyorum...


Senelerdir Türkler, bizler buraya getirildik; Almanlar ise sizi buraya getirdik! diyorlar. Bu söylem en azından Türkler açısından doğru değil. Demek ki burada ‘niyet’ yanlış telaffuz ediliyor. Buraya gelmek isteyenler Türkiye’deki İş ve İşçi Bulma kurumuna gidip, günlerce, haftalarca kuyrukta sırasına bekleyerek, Almanya’ya gelmek için müracaat etmişlerdi. Almanlar tabii ki gelin dediler. İşverenlerin ucuz işgücüne ve sadık insanlara gereksinimi vardı.

Sözün burasında Türklerin, Almanlara, Almanya’ya küskünlüğünün, kırıklığının, yıllarca beslenen umutların boşa çıkmasından kaynaklandığını söyleyebilir miyiz? Anımsatalım, 1961 ekim ayından itibaren, gemiler, trenler, uçaklar Avrupa’ya doğru yola çıkmışladı. Bu araçlara binip binmemekse bizim meselemiz değil miydi? Çünkü her kim  bir diğerini dışlayabiliyorsa, kimi gerçekler karşısında kayıtsız kalmakta direniyor. Bu yetenekler çok hızlı gelişiyor. Karşımızdakinin gerçeğini anlamaya ve dinlemeye istekli miydik? Ki ondan bizi dinlemesini ve bizi anlamasını istiyoruz... Bir anlamda, kendi gölgemizden bile korkarak yaşadığımız bu ülkede, bu sürgünü yaşamayı zorunlu olarak biraz da kendimizin seçtiğini unutmamamız gerekiyor. Gerisi boş sözler!


Göç Çocukları ’Almanya’nın üzerinde bir hayalet dolaşıyor.: Entegrasyon!’   ’Birinci Nesil’, ’İkinici Nesil’ ya da ’Üçüncü Nesil’ veya hâlen...