Freitag, 15. Oktober 2021

Göç Çocukları



















’Almanya’nın üzerinde bir hayalet dolaşıyor.: Entegrasyon!’  

’Birinci Nesil’, ’İkinici Nesil’ ya da ’Üçüncü Nesil’ veya hâlen kucaklarda, bebek arabalarında taşınan taşınan ’Dördüncü Nesil’ mi ? 

bu entegrasyonun gerçekleşememesinin kişileri… 

Hekimler, sağlık görevlileri acaba neresinden başlarlar, böylesine derin bir yaranın tedavisine…

Konuşmak mı? Yazışmak mı? Komşu ilişkileri, iş arkadaşlıkları mı? Bu maraz için reçeteler yazıldı da bunlara uyan mı olmadı? Kim uymadı? Yerli halk mı? Yabancılar mı? (özellikle Türkler mi?)

 Böylesine karmakarışık bir sorun üzerine düşünce üretmeye neresinden, nasıl başlanır?


Göçten başlamalı. 

Göç, Türklerin, Türkiyelilerin binlerce yıllık tarihlerinin belki de en önemli olgusunu oluşturuyor… Günümüzde bile hâlâ ’göç sürüyor’. Ülkemizde çoğunlukla iç göç tartışılırken (nedenleri ne olursa olsun), biz Avrupa’da yaşayanlar buradaki söylemleri takip etmekte daha hassas bir tavır gösteriyoruz.

Kişisel olarak bu olgunun daha yakından takip edilmesini, araştırılmasını, tartışılmasını hep arzu ettim. ’Profesyoneller hariç, halkımıızın diğer bölümü bu sorunlarla uğraşmayı zaten kendisine görev edinmekten hep kaçınmıştır. ’Profesyonellerin’ çoğunluğu ise, bu sorunu kendilerine kalkan yaparak, damarlarında kann dolaşımını sağlamaktan öte bir girişimde bulunmamışlardır. Bu sav günümüz için de geçerliliğini korumaktadır. Bu ve diğer nedenlerle girişimler sonuçsuz kaldı. Bu nedenle sorunların ardındaki gizilliklerin günışığına çıkartılması gerçekleşemedi. Kamuoyunu yönlendirebilecek girişimlerde bulunulmadı; irili ufaklı olumlu girişimler ise ’hasıraltı’ edildiler. 


’’İğneyi kendine, çuvaldızı başkasına…’’


Minik bir örnek: Her kentte kurulan (daha sonra seçilen) Yabancılar Meclisi Kurumları, asli görevleri olan politika yerine,okuma akşamları, konserler vb. etkinlikler düzenleyerek, harcırahlarını, geçerli olan yerel yönetim yasalarına aykırı harcamalarda bulundular. Bunun nedenini soran olmadı. Soranlar tecrit edildiler. Belediyelerdeki görevli Almanlar ise ses çıkartmadılar. Çünkü buradaki yabancıların kültürel gereksinimlerini bu kadar ucuza halledebilmel işlerine geliyordu…

 

Bu bağlamda bilimadamı sayın Cüceloğlu’nun 'Özün sözün birse keriz sanıyorlar' tanımlamasını anımsamadan geçemeyeceğim. 

Bir işadamı: (Adını anımsamıyorum) “Avrupa, yaklaşık elli yıldır bizleri kabullenemiyor ve kabullenmeleri de çok zor gözüküyor.”

Diye demeç vermiş. İlk bakışta hak vermemek olanaksız. Ancak Türklerin Almanları, Almanya’yı kabullendiklerini iddia edebilir miyiz? Hâlâ durum böyle değil mi? Bu eziklik duygularının kökenleri nelerdir? Araştırıldı mı? Türkler arasında ’harbi tartışmalarla’ bir sonuca varıldı mı? Şu an (eskiden de böyleydi) politik görüşü ne olursa olsun Almanlar konusunda bir görüş birliği sözkonusu… şaşmamak olanaksız!


Bir yerlere gidememek. Örneğin Almanya’ya gelememek buradaki Türklerin gerçeği olarak saptanmalı mı? Sorunun bir kısmını ’Almanya’ya gelememek’ oluşturmuyor mu? Sorunun başı belki de bu soruyu düşünmemek, düşünülse bile yanıt bulamamak mı oluşturuyor? 


Nedir şu ’nesil’ meselesi?

1inci, 2inci, 3üncü ve nihayet 4üncü nesil Türkler… Nedense, (özel girişimleri ile, okumak için ya da bir macera yaşamak için gelenlerin) dışında tutulan, 1960 yılların başlarında Almanya’ya İşçi Bulma Kurumu aracılığı ile gelenler 1inci nesil olarak nitelendiriliyorlar. Halbuki kayıtlarda sayıları 2700 olarak belirtiliyor… demek ki daha sonra gelenlerde bu guruba dahil ediliyorlar… ve neticede hangi yaş gurubunun, hangi nesilden kabul edileceği hakkında ortak bir görüş oluşturulamamış… 

Bu konunun ivedi olarak çözülmesi kaçınılmaz… bilindiği üzre yanlış başlanırsa, yanlış çözümler üretiliyor…

Ben bu yazımda 1973 yılına dek resmi olarak gelenleri (yani Almanya’nın resmi olarak ’Misafir İşçi’ diye tanımlayarak buraya çağırdıkları insanları) 1inci nesil olarak kabulleniyorum. Aile birleşmesi olanağından faydananılarak, (yoğun olarak erkek çocukların getirildiği) 70’li yılların sonları, 80’li yılların başlarında gelenleri ise 2inci nesil olarak kabulleniyorum.

O tarihlerdeki ’Yabancılar Yasası’ bu yasaları yürürlüğe sokmakla yükümlü ’Yabancılar Polisi’ne aşırı yetkiler veriyordu. Yasaların bazıları, eyalete, kasabaya veya kente göre farklı uygulanabiliyordu. Hatta her memur kendine göre sonuçlar çıkartabiliyor, uygulamalarda bulunabiliyordu, bizimkilerin yaşamını güçleştirebiliyordu… F. Almanya’da genel konut sorununun çözümlenememesi, özellikle yabancılar için zor bir handikaptı. Çünkü oturma izni alabilmek için yasalar kişi başına belli bir metrekare konut alanı ibraz edilmesini zorunlu kılıyordu. Yabancılara konut kiralamak istemeyen ev sahipleri ise gazetelere bu isteklerini belirten ilanlar verebiliyorlardı ve bu durum ’kişisel özgürlük’ adına toplum tarafından genel kabul görüyordu… 

Eğitim ve başka sorunları yeri geldikçe anlatmak gerekecek… Günümüzde bile çözümlenemeyen bu durumun temel nedenleri çok eskilere dayanıyor.



Bu olay nedir, nasıl oluyor böyle?


İşte tam o günlerde Ruh Hekimi olarak çalışan arkadaşım Serol Teber (ne yazık ki artık aramızda değil) çalıştığı klinikten bir anısını aktarmıştı: ’’Profesör Villigen bir gün vizite yaparken çekici kaldırıp yere attı ve şunları söyledi: “Çocuklar ben sizden yardım istiyorum. Bu olay nedir, nasıl oluyor böyle?” Yardım etmek istiyoruz, fakat bir türlü, hasta olarak gelen, oraya yatmış olan insanların gösterdiği belirtilere tıp dilinde bir karşılık bulamıyoruz. Yani bir insanın, saçının telinden ayağının parmağına kadar her tarafı nasıl ağrır? Böyle Avrupa hekimine, tıbbına kolaylıkla anlatılamayan, onlar tarafından da kolayca anlaşılamayacak bir garip belirtiler yelpazesi...’’

Serol Teber’in bu analizleri daha sonra ’’İşçi Göçü ve Davranış Bozuklukları’’ adı ile Konuk Yayınları tarafından yayımladı. (1980)

Ne Nöro Psikiyatrist, ne politikacı, ne de bilim adamı olmadığıma göre, bir fotografçı olarak kendimden yola çıkarak bazı deneylerimi, ara sıra da bir fotograf göstererek sohbet biçiminde anlatmalıyım, diye düşünüyorum...

Bu fotograftan başlamalı:

Bu çocuk 10 yaşlarında Almanya’ya getirilmişti. Babasını da iyi tanırdım. Günün Baba, yeterli büyüklükte konut bulduğunu, bir gün mutlaka ziyaretine gelmemi rica etti. Oturdukları adrese gittiğimde, bu giriş kapısını ve kapının hemen arkasında oynayan iki çocuğu gördüm. Hemen fotograflarını çektim. Sokağa çıkmaktan çekindikleri için, burada oynuyorlardı... ‘‘Hazırlama Sınıfları’’ denilen sınıflara gönderiliyorlar, o zamanki pedagojik hesaplara göre, bu sınıflarda ‘daha yüksek eğitime’ hazırlanıyorlardı. Dokuz yıllık temel eğitim okullarının (Hauptschule) bir bölümüde olan bu sınıflara giden bu çocuklardan yüksek eğitim yapanlara ben rastlamadım. Yüksek eğitimi bir tarafa bırakalım, 9uncu yılı başarı ile bitirebilenlerin sayısı, kayıtlara giremeyecek kadar azdı. Bu okulu bile bitiremeyenlerin, çıraklık yapacak bir işyeri bulabilmeleri bile imkansızdı... belki de bu amaçlı yapılıyordu. Babaları ‘Vasıfsız işçi’ idiler. Bunların yerlerini dolduracak, yeni ‘vasıfsızlara’ gereksinim olabilirdi... ve böyle oldu.

Bu çocuk delikanlı yaşlara geldiğinde, daha önce aynı yolları katederek vasıfsız işçi olarak çalışan abeyinin kaderini paylaştı. Abeyine ‘ortalık dar gelmeye’ başlamıştı. Abey ‘göç travmalarını’ teker teker yaşıyordu. Doğduğu, büyüdüğü, çocukluk dönemini geçirdiği ve kendini ilk kanıtlama dönemini yaşadığı yerlerden kopartılıp burada yaşamaya zorlanmıştı. Çalıştığı işi kendisine uygun bulmuyordu. Tüketim malzemeleri hem çok yakında, hem de çok uzakta idiler. Ulaşmak kolay değildi... tüm yaşadıkları bu örselenmeye yol açmış, ‘davranış bozuklukları’ başlamıştı...

Daha sonra ‘karanlık işlerle’ uğraştığını, yakalanarak ülkeye geri gönderildiği haberi gelecekti. Bu fotograftaki kardeşi de abisinin gittiği yolu denedi. Baba günün birinde bana O’nun da TR’ye geri postalandığını anlatmıştı... Orada da yaşamına bir düzen verememiş ve zındana atılmıştı...

Bu minik kırık camın arkasından objektifime bakarken, yersiz-yurtsuz olduğunu mu anlatmak istiyordu?



Bir başka fotograf:

    





Tüm konut bu odadan ibaretti. Altı kişiydiler. Anne ve dört çocukhenüz göç etmişlerdi. Anne ile baba utandıkları için fotografta yer almak istemediler... Tuvalet (Plumsklo: Türkçesi yok. Plums: Cuppadak düşüş olarak çevirilebilir. Bu tür helâlar ülkemizin köylerinde hâlâ bulunmaktadır.) ve lavabo bahçedeydi ve tulumba ile su çekiliyordu. Banyo veya duş yoktu. Yemek fotografta da görüldüğü gibi yerde yeniliyordu. Geceleme tabii ki bu odada yapılıyordu. Bu odanın büyüklüğü toplam 11 metrekare idi. Ev sahibi Yabancılar Polisi için gereken yeterli konut belgesini vermişti. Kira bedeli bana söylenmedi.

Çocuğun korkulu bakışlarını nasıl değerlendirmeli? 

(Sol taraftaki fotograf ise, diğer fotografın çekildiği kente 70 KM uzak başka bir kasabada çekildi. Sorun aynı sorun. Hane sakinlerinin sayısı 3 kişi daha fazla.)


‘‘Kendisinin tümünü anlamadığı bir ortamda güvensizlik başlıyor. Bir tür iç huzursuzluk başlıyor. Bir matlaşma durumu başlayabiliyor. Durgunlaşma, donuklaşma, rahat hareket edememe... belli bir süre sonra normal kişilikte belli bir ruhsal gerilim ortaya çıkarıyor.’’ (Serol Teber)


Sözün burasında, bunları anlatırken kendimi de hiçbir zaman

fotograflarını çektiğim insanlardan farklı görmedim. Yazdıklarım kendi iç dünyamın süzgeçinden geçmektedir. Bu durumu açık yüreklilikle ifade etmek istiyorum. 



Bir fotograf daha:




Ruhr Havzasında bir konutun minik bir köşesine sıkıştırılmış anılar. Göçmenlik sürecinde bir insanın içerisinde neler olup-biter? Fotografın içindeki fotograf bize bir şey söylemez. Ancak O;nu bu duvara asan için çok farklı anlam taşır.

Bu fotograf belki de göçmenliğin bir kopuşlar olayı olduğunu anlatmaktadır. Bazı insanlar, birinini terkettiği bir yerdeler. Terkeden için ise durum farklı. Doğduğu, büyüdüğü beldeyi, yakınlarını, arkadaşlarını terkedip (bizim örneğimizde) Almanya’ya gelmiş. Bu durumu bilim adamları, mekansal, zamansal, tarihsel, kültürel kopuşun başlaması olarak değerlendirirler. 

Buna ilişkin olarak bir ekleme de bizlerin ‘‘cemaat kültüründen’’ gelmemiz ele alınmalıdır. Varolana uyarız aslında. Değiştirmek işimize gelmez. İşte bu fotograf ‘zorunlu bir kopuşun’ belgesidir, belki...




Fotografa devam...

















Moda olan bir tümce vardı: ‘‘Gündüz Alman, Gece Türk’’! Ne kadar doğruydu? ‘‘Gündüz Kuzu, Gece Kurt’’ gibi bir şey...Bu söylemin peşine takılanlar, insanları topluma böyle tanıtmaya çalışanların samimiyetlerine inanmak güçtü... Hâlâ öyle değil mi? Pragmatik söylemleri olanlar hep taraftar bulabilmişti. İçeriğinin doğru ya da yanlış olmasına bakılmıyordu. Bugün de böyle! TV ve/veya diğer medyada izliyoruz. Hele hele Almanların (sol ve sağ ya da Yeşiller’in ayrım yapmadan) ortak sevdikleri Türk kökenli bilgiçlere ne demeli?

Buna yakın bir atmosferi Almanya Helmut Schmidt’in Şansölyeliği sırasında yaşamıştık. Sayın Schmidt, Türkleri ‘entegrasyona yatkın, yatkın değil; entegrasyona istekli ve isteksiz’ olarak sınıflandırmıştı. Hemen arkasından CDU.Partisi hükümet oldu. Zamanın Federal İçişleri Bakanı Zümmermann, geri dönüşü teşvik yasası çıkartmış, binlerce Türk bu yasadan faydalanıp çoluk-çocuğu toparlayıp Türkiye’ye geri dönmüşlerdi.  Günümüzde söylemlerinde de ‘ya entegre olursun ya da çeker gidersin’ duygusu hakim... bakalım tarihe nasıl geçeçek?  (Gene bir geri dönüşü teşvik yasası çıkartılırsa şaşmamak gerekir.)

Türkler arasında ise bir iç tartışma yapmak mümkün değil. Alınganlık ve saldırganlık yerine düşünce üretilse, üretilen bu düşünceler topluma ulaştırılabilirse belki ileriye doğru minik bir adım atılabilir. 



Peki ne oldu bu nesillere?

Pek bir şey olmadı. İşçi olanlar, işçilik ve işsizlik arasında mekik dokuyorlar. Buradaki zamana ayak uydurabilenler, mesut bir yaşam sürdürüyor olabilir... Yıllardır Türkler arasındaki en önemli düşünce ‘köşeyi dönmek’. Kısa yoldan kendi işini kurabilmek. Bir başka deyişle ‘sınıf atlamak’. (Sadece Almanya’da değil tüm Avrupa’da, Alp dağlarının 100 nufüslu küçük köylerinde bile döner dükkanı görmek artık mucize değil.)

Bilgili olmak isteyene, kitap okumak isteyene rastlamak bir mucize... koro halinde aynı davranışlarda bulunuyorlar. Eğlence, giyim-kuşam ve sükse atmak başlıca amaç! 

Yüzeysel reçetelerle yaşamaya alışmış yüzeysel kişilikler… dersem kızarlar mı bana?


Cemaat toplumundan geldiğimizi belirtmiştim. Biraz açalım: Cemaat içinde genelde geleneksel tarzda bir hayat sürdülür. İçine girilen topluma aktif katılındığı zaman ise durum değişiyor. Cemaatı terketmek gerekiyor. Yapanlar var.  Özellikle Alman medyası bu ‘aykırı davranışlara’ yayınlarında aşırı yer veriyor.

Serol Teber bunu şöyle açıklamıştı: “Erlebnis” demek için dönüşümlerin dizginlerini insanın birey olarak kendi eline alması lazım. İşte modern toplumlarda sürdürülen yaşam bu. Onun için bizdeki hayatla batı toplumları, modern yaşam arasında belli bir fark var. Dünyaya bakışın temelinde bir farklılık var. Burada mutlaka toplum sizden aktif bir şekilde yaşamı değiştirmenizi bekliyor. Öbüründe ise siz yaşamı değiştirmeye ezkaza kalktığınızda, size büyük eleştiriler geliyor. “Neden değiştirdin, neden bilindiği gibi, şimdiye kadar olduğu gibi hayatını sürdürmüyorsun” diye... 

Geleneksel toplumdan gelip, modern toplumun içine girmiş olmamız basit bir süreç değil, sıkıntılarla dolu... Burada karşılaştığımız belki de en önemli sıkıntı, yeni toplumun beklentisinin çok fazla olması. Oysa biz çok beklenti değil de, günlük işimizi sürdürelim, ondan sonra kendi hayatımıza, klasik geleneksel hayatımıza, müziğimize, esprimize, yemeğimize dönelim istiyoruz. Bu beklentiyi şu veya bu şekilde duyumsamaya başladığımız zaman, önceden sözünü ettiğim psişik durum biraz daha gerginleşmeye, sıkıntılarımız biraz daha artmaya başlıyor.’’ 

Gene Serol Teber’den örneklersek, ‘göçmenlik yaşantısının insanı belli bazı rahatsızlıklar için potansiyel bir hazırlığa soktuğunu’ saptayabiliriz. Bu durum insanın biraz daha gergin bir ruh durumuna girmesine neden oluyor. Durum böyle olunca da, dedelerinin, babalarının, abilerinin ayrımcılıktan payını aldıklarını saptayan şu anki 20-24 yaşarası göçmen çocukları, Almanlardan gelen her görüşe (ayrım yapmadan) karşı çıkıyorlar. Almanlara sorulan en popüler soru: ‘Bist Du Auslinderfeind, oder was?’ (Sen yabancı düşmanı mısın yoksa?) Bu söylem sonrası hiç bir dialog şansı kalmıyor. Belki Alman bir adres tarifi soracaktı...

Almanlarda ise durum farklı, (2inci harbin nedenleri de buna önayak oluyor) yabancı düşmanı gözükmemek için, herhangibir yabancının yaptığı yasadışı olaylara sadece gözyumuyorlar...

Birinci nesil için özellikle dil olayının büyük bir sorun olduğunu belirtmeliyim. İkinici nesil için de durumun farklı olduğu iddia edilemez. Kırsal kesim insanı olan erkekler, ailenin bütün yükünü sırtlarında getirmişlerdi. Memleketlerindeki bütün bağları kopartmışlardı. Almanca bilmedikleri gibi, Almanya hakkında hiçbir bilgileri yoktu. Hekimler ‘bilinç bulanıklığından’ sözediyorlardı.

Eğitim düzeylerinin düşük olması bu sorunları halletmelerini engelliyordu. İkinci nesil denilen çocuklarına, bu tanımadıkları yaşamda onların yaşamı için bir  yol gösterebilmeleri neredeyse olanaksızdı... sorunlar başlıyordu... 

 

Bir sergimin adı: İptal-Kayıp Nesil’di. Birinci nesilden işçileri fotograflamış, Tophane’deki İşçi Bulma Kurumu önünde çektirdikleri vesikalıklarla karşı karşıya koymuştum. Diğerleri kazanan nesiller miydi? Bilemiyorum...


Senelerdir Türkler, bizler buraya getirildik; Almanlar ise sizi buraya getirdik! diyorlar. Bu söylem en azından Türkler açısından doğru değil. Demek ki burada ‘niyet’ yanlış telaffuz ediliyor. Buraya gelmek isteyenler Türkiye’deki İş ve İşçi Bulma kurumuna gidip, günlerce, haftalarca kuyrukta sırasına bekleyerek, Almanya’ya gelmek için müracaat etmişlerdi. Almanlar tabii ki gelin dediler. İşverenlerin ucuz işgücüne ve sadık insanlara gereksinimi vardı.

Sözün burasında Türklerin, Almanlara, Almanya’ya küskünlüğünün, kırıklığının, yıllarca beslenen umutların boşa çıkmasından kaynaklandığını söyleyebilir miyiz? Anımsatalım, 1961 ekim ayından itibaren, gemiler, trenler, uçaklar Avrupa’ya doğru yola çıkmışladı. Bu araçlara binip binmemekse bizim meselemiz değil miydi? Çünkü her kim  bir diğerini dışlayabiliyorsa, kimi gerçekler karşısında kayıtsız kalmakta direniyor. Bu yetenekler çok hızlı gelişiyor. Karşımızdakinin gerçeğini anlamaya ve dinlemeye istekli miydik? Ki ondan bizi dinlemesini ve bizi anlamasını istiyoruz... Bir anlamda, kendi gölgemizden bile korkarak yaşadığımız bu ülkede, bu sürgünü yaşamayı zorunlu olarak biraz da kendimizin seçtiğini unutmamamız gerekiyor. Gerisi boş sözler!


Montag, 13. April 2020

FOTOGRAFLI BİR KIŞ GEZİSİ
(Nuri Bilge Ceylan ve Ahmet Özyurt ile 2004 yılının Ocak ayı sonunda yaptığımız fotograf gezisinin anıları)





Okurlarıma

Ne cüretli bir başlangıç…’okurlarıma’… daha şimdiden çoğul takısı kullanıyorum… Bir tek okurum olacak mı? Kimse bilemez… ama ’hurafe’ -batıl inanç- diyelim… çok olacağına inananmalıyım bir an… ya da bir tek okuyucudan yola çıkarak, yazacaklarımı, ’okuma zahmetine’ katlanan biricik okuyucuma bu satırları ithaf etmeliyim. Ancak bu okuyucu da, bu yazılarda bir ’sensasyon’ bulamıyacağının bilincinde olmalı. Ortalıkta en azından bir düzine bu tip kitaplar bulunmakta… zaten zamanımızda biraz da bunlara kıymet verilmiyor mu?

Ben ama bu anılarımla, başka bir tavır göstereceğime inanıyorum. Öyle bir yaşam sunmak niyetindeyim ki, yalansız-dolansız anlatılmış olsun. Bu günlerin yaşanması gerektiğine inandım ve bana yapılan teklife, ’düşünmeden’ evet dedim. Bu nedenle bu anıların, benim bireyimden ayrılıp, daha uzaklara seyahat etmeleri gerekir diye düşünüyorum.
Şunu istiyorum: Okuyucu olarak kendini bu gezinin içerisinde hisset. Bana (bize) katıl! Belki bilinç altlarında yatan duyguları, ruhumdaki gizillikleri yakalayabilirsin. Hatta bunları benimle paylaşabilirsin.

Ben gezi anıları okumayı severim, çok okudum ancak yazmak deneyimim yok. İlk kez deniyorum. Nereden başlayayım? Nasıl yazayım? sorusuna da yanıtımı buldum: İçimden geldiği gibi, ’’yalansız/dolansız ve eğriye eğri-doğruya doğru’’ ilkesine sadık kalarak yazmak.
Günce tutma alışkanlığımın olmaması, ya da başlayıp tamamlamak gibi disiplinsiz tututum, büyük bir dezavantaj olarak karşımda durmakta…
Aslında tüm bu yakınmaları bırakıp başlamalı yazmaya…
Evet gezimizin üzerinde dört yıl geçti. Neleri anımsarsam onları yazmalıyım. Kısıtlı da olsa aldığım notlar, çektiğim (çektiğimiz) fotograflar (hem NBC ve AÖ’nün bana anı olarak çekip verdikleri, hem de kendi çektiklerim) bana yardımcı olacaklardır.

Bu satırlarla, ’ben’i anlatırken, benden dışarı olanı da vermek gerektiğine inanıyorum. Hatta bunların bir ’panorama’ olarak karşımızda durmalarını istiyorum.

Yüzlerce yaşamın bu tarz bir anlatımla ’bilenebileceğinin’ bilincindeyim. Benim kendime örnek aldığım kişi ise, dilini öğrendikten sonra zevkle okuduğum Johann Wolfgang von Goethe olmuştur. O, ’’Her insan anılarını yazmalıdır, çünkü onlar insana bilimsel çalışmalardan daha fazla şey öğretirler!’’ demişti. Bu söylemi düşüncelerime yakın bulurum. Sözsahibi kişiler bu konuda bir çok kuram geliştirmişlerdir. Ama ben hâlâ yaşananların doğrudan (aracısız) anlatılmasında yanayım. Yazı mesleğini profesyonel öğrenenler farklı düşünebilirler. Bu onların meselesidir.

Kişisel anılara dayanılarak yapılan çalışmalar, kişinin kendine ait yaşamlar alçak gönüllülük prensibini kendisine dayanak olarak seçer. Ancak, yazılanların, yaşananların herkesin malı olmasını da ister. En azından, paylaşılmasını ister. Ben de paylaşmak istiyor, hatta bu yaşanılanlardan kendisine pay çıkarmak isteyenleri, paylaşmak isteyenleri de hissedersem, mutlu olacağımı biliyorum.


GEZİ ÖNCESİ

Almanya’nın karanlık, zifiri karanlık kış günlerinden biriydi. Kasvetli bir günü kurtarmanın çarelerini araştırıyordum.

Kişisel düşüncelerimin, yarattığımı sandığım herşeyin yaşam süresinin uzun olmasını düşünmem, sanırım sanatçının gündeminden düşmeyen bir tavır… yaşamın günlük darbeleri, ’boşa geçen zamanlar’, yaşanan hüsranlar hâlâ deviremedi şu gövdeyi… bir tek kişinin üzerine kurulmuyor bu hayat trajedisi… insanlığın bir çok iyilikleri tanımakta çektiği güçlükler, bitmeyeceğe benzer… Moda takıntılar olacak ve sürecekler… hatta yarın anılmayacaklar bile… ’Distanz’ (mesafe) koymayı becerebilmek gerekiyor…

Akşamüstü eve dönmüştüm.
Konyak (KANYAK) içmek gençliğimden beri alışkanlıklarımın arasında… hele yanında bir de iyi hazırlanmış bir kahve olursa… ki bunun da mutlaka Türk Kahvesi ya da İtalyan Espresosu olması gerekmez… sadece iyi olmalı. Konyağa yakışmalı.

Günün geri kalan bölümü nasıl geçecekti? Kasetçalarda John Lee Hooker, Carlos Santana ile birlikte ürettikleri,  Things Gonna Change (Chill Out Albümü) şarkısını dinliyorum. Demek ki, hâlâ umutluyum. ’’Birşeyler değişecek’’. Hatta değiştirmek cüretini elde etmek gerektiğini düşünüyorum.
Evet, istiyorum!

Takvimimdeki randevulara yeniden bakınca bir dizi doktor randevusu saptıyorum. Aynı zamanda dost olduğumuz ‘ev hekimim’ Dr. Batuhan Parmakerli, şeker hastalığı (Diabet) saptadı. Bir dizi uzman hekimin de beni muayene etmesi için girişimlerde bulundu... benim ise bu kontrollerden geçmek için cesaretlenmem gerekiyor. Aileden, belki de sülaleden gelen bir durummuş...
Batuhan böyle dedi.
Nerden bilebileceğiz.
Almanyadaki hekimler, sülalede hangi hastalıkların bulunduğunu, çocukken hangi hastalıkları geçirdin diye sorduklarında hep gülmüşümdür… biz çocukluğumuzda hekim mi görmüştük?
Babam da bu dertten, şeker hastalığından, muzdaripti. Bunu biliyordum.
Kısaca, sağlık durumumu ele almam gerekiyor. Göz hekimine, böbrek, nerolog ve kardiyalog dalındaki uzmanlara gözükmem gerekiyor. Zaten günlerdir aşındırmadığım hekim kapısı kalmadı.

Kasetçalarda hâlâ Things Gonna Change.
Evet! Birşeylerin değişmesini ben de diliyorum. İleriki günlerde Batuhan’ın tüm önerilerini uygulayacağım.

Birşeyler değişmeli…


’’BİR TELEFON GELDİ, HAYATIM DEĞİŞTİ’’


Hem kendime, hem de odamdaki müzik sesine dalmışken,
telefonun çaldığını duydum. Müzik setinin sesini kısıp
telefonun ahizesini aldım. Karşı tarafta dostum, canım, fotografçı Ahmet Özyurt(AÖ):
’’Memet! Bilge yanımda. Doğuya fotograf gezisine çıkmak istiyoruz. Senin de bize katılmanı düşündük. Katılır mısın?’’
Ben, düşünmek için zaman bile istemeden hemen kabullendim. Açıkça söyleyeyim: Eşimle bu durumu konuşmak aklımın ucundan bile geçmedi. Sebebi, yeni tanımlamayla ’maço’luk değil.
Ayrıca 30 yılı aşkın bir zamandır, bu gibi durumları çok paylaştı benimle. Biz iyi dosttuz. Evet, ondan aldığım bu güven, o’na sormama gerek kalmadan AÖ’ye ve Bilge’ye söz vermeme nedendir.
İyi dost olmak kolay değil. Çünkü dostları aldatmak hiçbir kitapta yazmaz... eşini aldatanlara ise rastlamak olağanüstü bir durum değil.

İşte bu telefonla birlikte ’’Bir şeyler değişti’’. Telefon konuşmamız bittiğinde durumu eşim Uschi (Uşi) ile konuştum. Tam düşündüğüm gibi oldu.
O, hiç duraksamadan: ’’Evet. Gitmelisin!’’ dedi. Ve hemen arkasından, benim fotografa olna yaklaşımıma hâlâ etki eden bir cümle daha söyledi: ’’Fotografı ikinci plana at! Birlikte olmanıza, bu geziyi birlikte yapmanıza önem ver!’’
Bu nasıl olabilirdi?
Fotografçılar böyle bir şeyi nasıl becerebilirlerdi?
Özellikle, burada, Otuziki yıl önce, Uşi’nin bana aldığı ilk Nikon’la başlayan bu ’aşk’…
Bu söylemindeki mesaj neydi? Uschi’ye hiçbir yanıt vermediğimi anımsıyorum. Ama bu tümce kafama, inşaatçıların deyimiyle,
’’12’lik bir çivi gibi’’ çakıldı.
O gece yapacağımız gezi ile Uschi’nin uyarısı arasında dolaştı
durdu düşüncelerim.
Sonuç: Uykusuzluk!


BİR GÜN SONRA


Sabah saat sekiz civarlarında ayaklandım. Uçak bileti, hekimler, ilaçlar ve başka halledilmesi gereken işlere erken başlayıp, erken bitirmek niyetindeydim. Önce, aktif fotografa ara verip maaşlı çalıştığım sendikada izin meselesini halletmeliydim. Sonra uçak bileti almak ve ilaçları ısmarlamayı sıraya aldım.

Tüm işler istediğim, planladığım gibi gelişti ve haloldu. Eve döndüm. Uschi, bana bu geziyi kolaylaştıracak düşünceler geliştirmiş. Tüm gün gideceğimiz yerler hakkında bilgiler toparlamış…
Gideceğimiz yerlerde ısı eksi yirmi-yirmibeş dereceye düşeceği için, bu iklime uygun, iç çamaşırı, özel bot ve parka almam gerektiğini anlattı. Dükkanlar geç saate dek açık olduğundan Uschi ile gidip, o’nun tavsiyesine uygun hazırlık alışverişini yaptık. Şimdiye dek bir geziye bu denli seri bir hazırlık yaşadığımı anımsamıyorum. Bir günde hazırlanmıştım.

Uschi valizimi bile hazırlamaya başlamıştı. O’nun bu duyarlı tavrı, sürekli dayanışma içinde olması yapmak istediklerimi hep kolaylaştırmıştır. Almanca’da ’atasözü’ anlamında bir deyim vardır: ’Hava karardığında, sen benim, bana ışıklarını esirgemeyen iyi yıldızımsın.’
Uschi’nin bana karşı göstermiş olduğu şefkatli tavırı bu tümce iyi açıklıyor.


BİR TELEFON DAHA…

Bilgisayar başına uturmuş, Türkiye haberlerini okuyordum.
İki telefon geldi. İlki Cornelius Bischoff’tan.
Güzel Türkçesi ile:
’’Reis, Istanbul Alman Başkonsolosu, Yaşar’ı (Kemal) ve beni davet etti.
Sen de o tarihlerde oralardaysan, ben de seni davet ediyorum. Hem Istanbul’da birlikte rakı içeriz!’’
’’Ne iyi tesadüf Reis. Ben zaten oradayım. Buluşacağız!’’ diye yanıtlıyorum.
O’nun da her zaman ucundan-kıyısından anlattığı Istanbul’da geçen çocukluk-gençlik anılarını dinledikten sonra, zaten aklımdan çıkartamadığım, günde en azından bir kez üzerine düşündüğüm, kendi Istanbul anılarım gözlerimin önünde film şeridi gibi akıp geçiyordu.
Şimdi uçuş gününe dek zamanın geçmesini beklemek, beklemeyi becerebilmek gerekiyor.

Beynim, çekmek istediğim, yaşamak istediğim bir dizi resimlerle dolu. Bunlara dizgin vurmamalıyım. Yılkı atları gibi koşsunlar hayallerimde…


VER ELİNİ ISTANBUL

Saat sabah 6:35 hızlı treni ile Mannheim’den Frankfurt Havaalanına gidiyorum. Tren aşırı dakik. Şaşırıyorum. Tren tarifede belirtilen 07:05’te havaalanı garına giriyor. Frankfurt’tan Istanbul’a kalkacak olan günün ilk uçağına biniyorum.
Yeşilköy (Atatürk) Havaalanından bir taksi ile yıllardır kaldığım Büyük Londra Oteline varıp yerleşiyorum. Kaldığım odaya yükümü
öylece indirdikten sonra, otel lobisine iniyorum.
Yirmi yıla yakın bir zamandır, hep bu otelde kalırım. Yıllardır,
bir sabah kahvesi içmeden otelden dışarı çıkmıyorum.
O gün de öyle yaptım. Ancak bu kez sevinçli bir sürpriz, günlük programımı ertelettirecekti. Lobide Fikret Otyam ve eşi Filiz Otyam oturuyorlardı. Onlar da beni gördüklerine sevinmişlerdi. Saatler saatleri kovalıyor ve sohbet bitmek bilmiyordu.
Otyamlar bir sergi nedeniyle Istanbul’a gelmişlerdi. Büyüklere olan saygıdan olacak, onlar gitmek üzere ayağa kalkmasalardı, gitmem gerektiğini onlara söyleyemeyecektim. Neyse ki, Otyamların sergilerinin yapıldığı galeriye gitmeleri gerekiyordu. Benim ise Alman Başkonsolosluğuna gitmeden önce Cormelius ile buluşacağımız Nevizade’deki bir meyhaneye gitme zamanım gelmişti. Aynı yere, Cumhuriyet Gazetesinde çalışan gençlik arkadaşım Kamil Masaracı ile gidecektik. Istanbul’da bir çok şey, çok seri değiştiği için. ’Meyhane keşfetmeyi’ o kendine görev edinmişti. Istanbul’a her gelişimde O’nun arkasına takılıp gidiyordum.
Telefonla Cormelius’a nerde olduğumuzu söylüyorum. Geliyorlar.
Birer duble de birlikte içiyoruz.
Cornelius ve birlikte olduğu kızı Simone ve Yeşilköy’de yaşayan yeğenlerinin konsolosluğa biraz erken gitmeleri gerekiyordu. Gittiler.

Kamil ile bense birer rakı daha içtikten sonra Taksim’e kadar yürüyecektik. O metro ile evine gitmeyi kararlaştırmış; benim ise konsolosloğa gitmem gerekiyordu. Galatasaray Lisesi önüne geldiğimizde lapa-lapa kar yağmaya başladı. Tarif edebilmem güç… Taksim’e doğru yürümeye başladığımızda rüzgar öylesine sert esmeye başlamıştı ki, adım atmakta zorlanıyorduk. Sanırım, Galatasaray’dan Taksim Meydanına bir saat gibi bir zamanda gelmiştik. Vedalaştıktan sonra Kamil metroya giderken ben de konsolosluğa doğru hızlı adımlarla yürümeye çalışıyordum. Yürüdüm de. Hedefe ulaştım.


KONSOLOSLUKTA


Soldan, sağa: Cornelius Bischoff, Yaşar Kemal, Dogan Hızlan ve Başkonsolos Reiner Möckelmann

Istanbul’da Alman Başkonsolosluğuna girerken, resmi yani ismen davetli olmama karşın, üç kez güvenlik kontrolünden geçtikten sonra toplantının yapılacağı salona girebildim. Zamanın Başkonsolosu Reiner Möckelmann, havanın aniden bu hale gelmesi nedeniyle davet edilenlerin en az beşte üçünün gelemediğini, yüksek yaşlarına karşın Yaşar Kemal’in ve Cornelius Bischoff’un taaaaa uzaklardan buraya nasıl geldiklerine hayret ettiğini anlatıyordu.
Kendisi ile daha sonraki yazışmalarımızda ’’…o dramatik geceyi nasıl unuturum. Evlerinize o gece nasıl vardınız? Hâlâ yanıtlayamadığım bir soru…’’ tümcesinin altını çizerek sözedecekti, Möckelmann.

Başkonsolos beyefendinin yaptığı resmi ’’Hoşgeldiniz’’ konuşmasından sonra, Doğan Hızlan, Yaşar Kemal Türkiye’de edebiyat üzerine, politik gelişmeler üzerine görüşler belirtirken, Cornelius ise Türkçe’ye, Türkiye’ye olan sevgisinden sözedecekti. Aldığım kısa notlara bakılırsa ’Dil’ konusu, dilin önemi üzerine uzun konuşulmuş…
Dil üzerinde olan benim düşüncelerime gelince, bu konuda tabii ki bir dizi tümceler kurabilirim. Ama son zamanlarda, gerek Almanya ve gerek Türkiye için düşüncelerimi ’’billurlaştırdım’’.  Eski bir atasözü şöyle der (Nerede okuduğumu şimdi anımsamıyorum.): ’’Dili olmayan bir ülke, düzensiz bir ülkedir!’’
Evet, ülkemizde bir dil var. Hepimiz bu dili konuşuyoruz – ve buna karşın bir düzensizlik sözkonusu…

Toplantının resmi bölümü bitmiş, ikişer, üçer kişilik minik sohbet eden guruplar oluşmuştu. Gecenin bir saatinde (nedense TR’deyken saat kullanmamaya özen gösteriyorum. Hatta saatin akrep ve yelkovanının yok etsem, sanki zaman geçmeyecekmiş gibi düşünceler de kafamda çok dolaşmıştır.) Misafirlerin çoğunluğu salonu terketmişlerdi. Başkonsolos Möckelmann, geride kalan sınırlı sayıdaki davetlileri, binanın en üst katındaki rezidansına davet etti. Bu saatten sonra sohbet Almanların deyimi ile ’’özel sahada’’ sürecekti. Sürdü de.
Bir saatten sonra otelime geri döndüm. Ortalık sakinleşmişti. Her yer kar ile kaplıydı.
Istanbul ’Fotoğrafa davet’ ediyordu.


BU GECENİN SABAHI

Uyumaktan çok, ’kestirmek’ diye tanımlayabileceğim kısa bir dinlenme sonucu, sabah erkenden, AÖ’yü telefonla aramıştım.
Kar altında Istanbul fotografları çekmek için sözleştik. Karlı sokakları dolaşarak Galata’ya geldiğimizde diğer iki fotografçı arkadaşı daha gördük. Duruma bakılırsa herkes makinesini kaptığı gibi, sokağa fırlamış… Bu iki arkadaş, Bülent Özgören ve Tahsin Aydoğmuş. Ben kendilerini, fotograflarından, gıyaben tanıyordum. AÖ ile birlikte olduğum için şahsen tanışmış olduk. Köprünün altında yeni açılmış bir mekana girmiştik. Kim ’’Rakı içelim!’’ dedi bilemiyorum. Ama garson: ’’Yasak ama masa altından ve kahve fincanları ile’’ rakı içebileceğimizi söyleyince herkes sevindi. Masadakiler artık fotograf çekmek yerine, fotograf konuşmayı tercih etmişlerdi. Bana kalırsa iyi de oldu. Notlarıma, onlarla tanışmaktan mutlu olduğunumu yazmışım.


1. GÜN: ISTANBUL’DAN KAYSERİ’YE

Tüm hazırlıklar tamamlanmıştı.
AÖ, özel bir hava şirketinden Istanbul’dan Kayseri’ye biletlerimizi temin etmişti. 15:00 uçağı ile uçmak üzere,  Atatürk Havaalanına (Benim için hâlâ Yeşilköy Havaalanı. Nedense ben hep böyle hatırlıyorum.) gittik. Yarım saatlik bir gecikme ile uçak havalandı. Ancak, uçağın alt tarafından ’’pat-pat’’ sesleri duyuyorduk. Sanki bir kapı açık kalmıştı da, rüzgarla birlikte pervazına çarpıyordu. Ahmet ve Bilge sakin görünüyorlardı. Ben ise onları böyle görünce, açık vermemek için sakin biriymiş gibi görüntü vermeye çalışıyordum. Halbuki, ’ödüm patladı’ demem daha gerçekçi olacaktı. Kısaca: Donuma ediyordum. Bu denli gürültüye karşın, pilotların tek kelime söylememesi de korkularıma tuz-biber oluyordu. Söylenenlere göre, bu durumda Adapazarı üstlerine dek gelmişiz. Pilotlardan biri (sanırım Kaptan pilot) uçağın Istanbul’a geri döneceğini, alt kapaklardan birinin iyi kapatılmadığını söyledi…
Acaba bu gerçek mi? diye düşünmekten alamadım kendimi…
Uçak alana geri döndü. İnebildi de. İndikten sonra pilotun alt kapakların kapatılıp, hemen hareket edileceğini, paniğe gerek olmadığını söylemesine karşın yolculardan sadece biri uçaktan indi.
Garptir: Sadece bir kişi korkmuş inmişti.
İki saat uçağın içinde bekletildik. Tekrar havalanıp, Kayseri’ye vardık.

Ne NBC ne de AÖ hiçbir yorum yapmıyorlardı. Ben de gurup-dinamiğine zarar vermemek için susuyordum. Korkumda eksilme olmamıştı, sürüyordu.
Yolculuk bittiğinde, uçağın alana sorunsuz indiğini sezdiğimde, sonsuz bir mutluluk duyduğumu anımsıyorum. Halbuki uçak tecürbesi olan, onbinlerce mil uçmuş, deneyimli bir uçak yolcusuyum.
Bu konu hakkında aramızda neler konuştuk? Onlara, AÖ ile NBC’ye korkularımı anlatım mı?

Kayseri Havaalanından bir minübüs ile alındık ve Avanos’a getririldik. Bir kebabçıda tıkındıktan sonra AÖ’nün evinde uyumaya gittik.
Günün aşırı yorgunluğunu hiçbirimiz gizleyemiyorduk. Hani ’suratından okunuyor’ derler ya öyle bir şey.

2. GÜN: KAPADOKYA



2. günün sabahı. NBC elektronik postasını incelerken. Ben yorgun gözüküyorum. AÖ bu durumu fotograflar tabii ki.

Uyandıktan, sabah temizliklerimizi yaptıktan sonra AÖ’nün talimatları doğrultusunda ’’Siyah İnci Oteli’’ (VW-Minibüs) yolculuğa hazırlandı.

Önce Kapadokya’nın belli bölgeleri gezilecek. AÖ buralarını çok iyi biliyor. Örnegin: Hangi beldede ne zaman hangi ışık bulunabilir? AÖ yakınınızda ise bu sorun olmaktan çıkar. O sizi zaten oraya götürecektir. NBC’nin ise belli istekleri var. Uçhisar, Ortahisar ve Ürgüp tepeleri.
Hepsine gidiyoruz. Hava çok sert. Ortalıkta bizden başka hiç kimse gözükmüyor…
Uçhisar’da bir deve ile bir adam. Acaba turist mi bekliyordu?

Herkes bol bol fotograf çekiyor. AÖ ve NBC bana göre daha çok çekiyorlar. İkisi birden o zamanların ’’popüler’’ digital aygıtı olan Canon D300 edinmişler.
Keyifliler…
Ben ise Nikon F4 ile çalışıyorum. Çantama 50 kaset film yüklemişim. Neyi çektim? Nasıl çektim? Doğru ışıklandırdım mı? Bu soruların yanıtlarını filmler banyo edildikten sonra görebileceğim. Şimdilik, deneyimlerime dayanarak, çektimlerimin sonuçları hakkında bazı tahminlerim var.

Kapadokya’dan ayrılmamız gerektiğine karar verdiğimizde öğle saatleri olmalı… Kayseri üzerinden Malatya’ya gidilmesi düşünülüyor. Oradan da çıkabilirsek Nemrut Dağına çıkacağız… Bu hayal Kayseri’den biraz uzaklaştıktan sonra gerçekleşemiyor. Aşırı tipi otomobili sürmeyi zorlaştırıyor. Kar yağışı öyle yoğun ki, göz gözü görmüyor anlamında… Ama AÖ kararlı. Gidecek. Volkswagen’e de güveniyor. Dört çekerli. Böyle yerlerde kullanılmazsa nerelerde kullanılacak?  Taa ki, yolumuza bir traktör çıkana dek. Traktörü kullanan kişi, el-kol işaretleri ile ’gitmeyin’ anlamında haraketler yapıyor. Yakınlaştığımızda ise: ’’Abi gitmeyin. Kar yağışı çok sert. Fırtına çok sert. Ben bile gidemedim.’’ deyince, O’nunla birlikte geri dönerek, en yakındaki benzin istayonuna sığınıyoruz.
Burada bulunan kahvede bir aile ve bir kaç başka bekleyenler de var. Biz sert hava şartlarına karşın, benzin istasyonununun dışarısına çıkıp, bu sert koşullara direnen steplerin fotograflarını çekiyoruz.



AÖ direksiyonda. Yanında NBC. Kayseri’den Malatya’ya gitme denemesi…


Karar Değişikliği
Kahveye geri döndükten ve kısa bir fikir alış-verişinden sonra rotamızı değiştirmeye karar veriyoruz. Bu konuda söz sahibi tabii ki AÖ. Benim fikir yürütmem ise ’’hariçten gazel okuma’’ ile daha iyi açıklanabilir.
Sustum ve uydum. Zaten ne diyebilirdim ki…

Niğde’ye doğru yola çıkıyoruz. Hava kararmaya yüz tuttu. Burada gecelenecek. Buranın mutlaka görülmesi gereken yeri: Ulu Camii. Tepede bulunan bu caminin yanına çıkıyoruz. Aynı zamanda burada gecelenecek.
Otel: Siyah İnci Oteli. Yani yolculuğa çıktığımız AÖ’nün VW-Minibüsü.
Gece olduğu için camiye giremiyoruz. Saat 22:00 civarları. ‘Otel sahibi’ AÖ, CD-Çalardan müzik dinletiyor. Onlar, çektikleri fotografları bilgisayarlarına, müzik eşliğinde aktarıyorlar. Ben ise uzandığım yerden onların, her kare değiştiğinde yüzlerindeki ifadeleri izliyorum.
Ve uyuyup kalıyorum.















Tipi fotograf çekmeye izin vermiyor. (Kayseri’den Malatya’ya gitmeye çalışırken.)


Uschi’ye gönderilmeyen mektuplardan:

Sevgili Uschi,
dün Avanos’a geldik. Hava aşırı sert. Benim için düşündüğün özel giysiler işe yaramaya başladı. Bu giysilerle uyku tulumum içerisinde terledim. 
Havanın böyle olması nedeni ile sana bülbüllerin ötüşlerini anlatamayacağım. Rüzgarların şarkıları ise melankolik. Kar altında kalmış ağaçların, Kapadokya tepelerinin (dağlarının mı desem?) görüntüleri muhteşem. 
Umarım, sana göstermek üzere bir kaç iyi kare fotograf çekebileceğim. 
Bulutlar hızla tepemizi gri renge bürüyor. AÖ ve NBC’nin de mutlu olduklarını sezinliyorum. Senin tavsiyelerini unutmadım. Bu gezi, 
fotograf gezisi olmasına karşın, benim burada bu iki insanla birlikte 
olmam, gerçekten hoş. Duygularımı tanımlamakta zorluk çekiyorum. 
Daha fazlasını yazabilmem gerekiyor...
Ürgüp civarlarında bir tepeye çıktığımızda, kendi içime dönüp düşüncelere daldım. Ve dünyanın çok güzel olduğunu düşündüm. Bu dünyayı tırmıklamaktan bir kurtulabilsek... 

P.S. Istanbul’da Y.Kemal ve Cornelius’un buluşmaları olağan geçti.



3. GÜN: KOLSUZ KÖYÜ – ULUKIŞLA

Niğde’den Toroslar’a doğru yolculuk başlamıştı. Yollar temizlenmiş, ama dağlar kar ile kaplıydı. Sakin bir doğa.
Güneşli ve huzurlu bir güne başlıyorduk.
Özellikle AÖ ve ben çok konuşuyorduk. Bu gezi boyunca dozunu yükselterek sürecekti. Her konudan sohbetin, merkezi tabii ki fotograftı, hayattı.
AÖ daha önce gezdiği yerlerden geçerken saptadığı değişiklikleri, ’’Aaa, bak burası şöyleydi; şunlar değişmiş…’’ diye, gezi süresince gittiğimiz yerlerde saptadığı değişiklikleri, hep anlatacaktı.

Ansızın önümüze bir köy tabelası çıkıverdi. ’’Kolsuz Köyü’’. Ve hepbirlikte bu köye uğramadan edilmez anlamında birbirimize bakıştık. Ben ’’Bu köyün adı neden ’Kolsuz’ diye düşünürken, mihmandarlığının yanısıra şöförlüğümüzü de yapan AÖ çoktan
köy meydanına girmişti.
Orta yaşlı bir kaç köylü bize doğru koşuyorlardı. Arkalarında farklı yaşlarda, kız ve erkek çocukları yaşlıların arkasından koşarak onlara yetişmeye çalışıyor gibilerdi.
Otomobilden iner inmez köylüler bizi sevinçle karşıladı. El sıkışmalar, çay içmeye davetler…
Bizler ise önce köyü gezmek, fotograf çekmek istemiştik. Yanımızdan ayrılmayan bir köylü, adı Turhan, köy hakkında hikayeler anlatıyordu.
’’Köyün adı neden Kolsuz?’’ diye sorduğumda. ’’Bu köyü kuran adamın tek kolu yokmuş, bu nedenle.’’ dedi düşünmeden.
Turhan’ın hikayeleri bitmiyor. Daha sonra çay içmek için evine gittiğimizde de sürdü.
İçimizden biri: ’’Son günlerin köydeki en önemli olay ne?’’ diye sordu. Turhan: ’’Geçenlerde 10 milyon para buldum. Hemen sahibine teslim ettim!’’ dedi.
Sonra teker teker bize baktı. Kendisine birşeyler söylenmesini bekler bir tavırdaydı.
Bunu neden söylemişti?
AÖ: ’’Sen içinden geleni yapmışsın. Yorum yapılmaz!’’ dedi. Ve tartışmaya, yorumlamaya gerek kalmadı. Ben de rahatlamıştım. Ama, bugün bile bu adamın neden bize bunu anlattığını çıkaramadım.















Kolsuz Köyü: AÖ, Turhan ve köpeği ile birlikte.


Tren İstasyonu
Bu turda bir de tren istasyonuna rastlamıştık. Notlarıma göre ’’Pınarbaşı İstasyonu’’ olmalı. Burada üçümüzün de çekim yaptığını anımsıyorum. Slaytlarımın arasında NBC’nin bir istasyon çalışanının raylar arasında  fotografını çekerken, benim de ikisini çektiğim bir kare mevcut. Burası başkaca bir iz bırakmamış bende… Bir de ’’Aranılan fotograf bulunamadı!’’ diye bir not düşmüşüm. Ne araıyorduk ki?
Kim söylemişti?
Büyük ihtimalle buraya Kolsuz Köyünü keşfetmeden
önce gitmiştik.












NBC çalışırken


Ulukışla yamaçlarında
Toroslara yaklaşıyoruz. Dağlar tüm heybetleriyle karşımızdalar. Yolun kıyısında, genişce bir alanda duruyoruz. Bu dağlardan mutlaka bir panoramik çekmek gerek. Epeyce oyalanıyoruz. Herkesin morali iyi. Digital çekim yapan AÖ ve NBC’den sevinç çığlıkları… burada NBC üçümüzden bir de hatıra fotograf çekiyor. (İlk sayfadaki fotograf.)
Daha sonra Torosları aşarak Adana’ya ulaşıyoruz.

Adana
Adana’ya ikinci gelişim. Askerlik yapmak üzere İskenderun’a trenle giderken, Adana’ya kadar hayli yorucu üç gün-üç gece tren yolculuğundan bıkarak, treni terketmiştik arkadaşlarımızla.. Bu kent bana bir de Yılmaz Güney’i anımsatır. Özellikle ’Umut’ filmi ile.
Bundan gayrı hiçbir ilişkim olmadı.
İlk gittiğimiz yer tren garı oldu. Önünde, içinde, arkasında ve civarında herkes fotograf çekmeye başladı. Bir dağıldık, çok geçmeden birleştik. Demek ki, artık çekim yapılmayacak.
Sonra, adını şimdi anımsayamadığım, bir Pazar arandı. Kentte başıboş dolanmaları yapılan minik alışverişler bölüyordu. İçimizden biri, iç çamaşırı almak zorunda olduğunu açıkladı.
Bu durumu çok vahim olarak algıladım.
Donsuz gezemezdik…















Adana Gar’ı önünde NBC ve ben


Tekrar yola koyulmuştuk. 
Hedef: Adıyaman. Daha doğrusu Kahta. Dağa, Nemrut’a çıkılması düşünülüyor.
Yolculuk uzun sürdüğü ve ortalık karardığı için vazgeçiyoruz. Bu konuda ’Kaptanımız’ AÖ’nün önerileri koşulsuz uygulanıyor. Bu işleri en iyi bilen O.
Gölbaşı isimli bir kasabaya girdik.
AÖ, benzin istasyonundaki çalışanlara (ya da sahiplerine) burada geceleyeceğimizi söyledi. NBC’nin deyimi ile ’’balık istifi’’ uyku tulumlarımızın içinde kayboluyoruz.
Dışarıda ısı eksi yirmiyi mi gösteriyordu?
Ayaz!
Ama uyumam gerekiyor.
Süresi az da olsa deliksiz bir uyku çekmişim…


Uschi’ye gönderilmeyen mektuplardan:

Sevgili Uschi,
Adana’daydık. Bu kent sana hiçbir şey söylemez. Biliyorum. Belki Yılmaz Güney’in ’Umut’ filminden hatırlayacaksın. Ama sen Adana’yı hiç görmedin ki… bir filmin sahneleri bir kenti ne kadar anımsatabilir? Biraz da kişisel ilişki gerekiyor, galiba? 
Tarihçilere göre, Hititlere uzanan bir öyküsü var. Daha sonra Perslerden Büyük Aleksander’in bu kenti savaşarak aldığı anlatılır… 
Bir de ’’Haçlı Seferleri’’ öyküleri vardır, tarihinde. 
Walter von der Vogelweide isimli bir Alman ozan, 2. Friedrich ile bu sefere katılmıştır. Roma’daki ’’sahte tanrıları’’ hiç sevmediği, bu nedenle bu sefere katılarak, kutsal topraklarda ’’gerçek tanrı’’ ile yüzyüze buluşmayı arzuladığı anlatılır.
Daha sonra Selçuklular ve Osmanlıların hakimiyeti altına girecektir… Bir de sen Alman olduğun için, ’Bagdadbahn’ (Bağdat Hattı) meselesinden de anımsayabilirsin. Bu demiryolunun yapımına Kaiser Wilhelm zamanında başlanmıştı. Bu nedenle Almanya’ya ilk geldiğimde, ve dili anlamaya başladığımda, yaşlı Almanların ’’Türk-Alman silah arkadaşıdır’’ söylemlerini sıkça duyuyordum.
Biz bunları anımsatan hiçbir ’tarihi kalıntıyı’ gezmedik. Bende de böyle bir istek uyanmadı.
Adana’da kendim hakkında anlatabileceklerim şöyle: AÖ ve NBC tarafından şımartılıyorum. Yapılmak istenen herşey önce bana da soruluyor. Ben yanıtladıktan sonra girişimde bulunuluyor. 
Birlikte olmamızdan onlar da hoşnut. 
Kendimi genç hissediyorum. Şiirler geveliyorum. Demek ki mutluyum. Önemli olan da bu değil mi? 
Ve bu geziye katıldığım için sana da teşekkür etmeliyim. 


4. GÜN: KAHTA’ya GİDERKEN

Kahvaltı ve kahve faslından sonra yola çıkıyoruz.
Hava sert ve nemli.
Yol bozuk.
Hız yapmak bir yana, yoldaki çukurlara düşmemek gerekiyor. Burada en zor durumda olan AÖ. Direksiyonda ve aşırı dikkat göstermesi gerekiyor.
Bir ara NBC, AÖ’ye durmasını söyledi. Göl görünümünde bir su birikintisinin yanındaydık. (Burasının daha sonra Atatürk Barajı’nın uzantısı olduğunu anlayacaktım.)
NBC ve ben otomobilden inmiş suyun kenarında duruyorduk. Tabii ki fotograf aygıtlarımız elimizde. Yol dar olduğu için AÖ’nun daha emniyetli parketmesi gerekiyordu.
NBC fotograf çekiyordu. Ben ise bu ’miskin’ ya da ’melankolik’ diyebileceğimiz, karanlık bir durumda nasıl bir fotograf çekebilirim diye düşünmekteydim.
Su, yeşillik ve bulutlu, kapalı bir hava. Aynı zamanda yağmur çiseliyor.
Yolun kıyısında düşüncelere dalmışken, aniden bir arabanın bana çarptığını, sendeleyerek yıkıldığımı anımsıyorum.
AÖ, park etmek için manevra yaparken bana çarpmıştı. Minübüsün sağ arka tarafında duruyordum. Yüzükoyun yerde yattığımı, sağ kolumun dirseğinin acıdığını hissediyorum. Bir kaç adım uzağımda olan
NBC, hemen yardıma koşuyor. AÖ, minübüsten hemen inerek yanıma geliyor. Gerek onların yardımları ve gerekse kendi irademle yerden kalkıyorum.
’’Bir şey olmadı. İyiyim!’’ diyorum.
Onlar ’’Doğru mu söylüyorsun?’’
’’Gerçekten birşeyin yok mu?’’ diye aralıksız soruyorlar.
Sonunda bana inanıyorlar. Kısmen fotograf aygıtımın üzerine düştüğümü, objektifimin, daha doğrusu filtrenin kenarındaki bükülmeden anlıyorum. Bir başka deyişle, objektifim beni kurtarmıştı. Hemen aletimi kontrol ettim. Herşey yolunda. Bozulmamış. Fotograf çekebileceğim.
Acılarım çok sürmedi. Ya da ’’serde erkeklik var’’ derler ya…
Hayır! Kesinlikle böyle değil!  Bu gibi gezilerde böylesi bir tavır kesinlikle yanlış olur.
Bunu biliyorum.



Kazadan sonra çekilen hatıra fotografları



Kahta
Kente girip, uygun bir park yeri bulduktan sonra, ana caddede ’bir aşağıya-bir yukarıya’ tabiri bir yürüyüş yaptık. Zaten AÖ bunu girdiğimiz her köy, kasaba veya kentte yapıyor. Ve ben hiç sormadan bunun gerekli olduğuna inanıyorum.
Caddenin sağına-soluna tezgahlar açılmış. Akla gelebilecek herşey satılıyor. Hem de eksi yirmiye varan soğuk havada... dikkatimi açık tütün satan tezgahlar çekiyor.
Metalden bir tütün tabakası alarak, içini tütünle dolduruyorum.
Daha sonra garajın karşısındaki bir lokantada ’kuru fasulye’ ve/veya çorba faslı başlıyor. Etrafımızdaki ’yerlilerden’ alınan bilgilere göre dağa (Nemrut’a, tanrıların dağına) çıkmak olanaksız.
Tanrılarla buluşamayacağız.

Hava ısısı eksi yirmibeşlerde. Ve kar, her tarafta kar varmış. Yollar kapalıymış.
Lokantadaki orta yaşlı uzun boylu, kocaman bıyıklı bir abi, tabakasını çıkartıp, yerli tütünden bir sigara sarıyor ve ’’Çıkılmaz!’’ diyor. O kadar kesin ve kendinden emin bir tavırla söyledi ki, inanmamak elde değil.
Sigara içtiğimi anlayınca bir de bana sarıyor. Sert mi sert bir tütün… gözlerim yaşarıyor. İçemiyorum.
Yemekler bitmiş. Madem ki dağa çıkamayacağız, o zaman Nemrut’tan bir önceki dağa gideceğiz. Karakuş Tepesine.
Orijinal adı neydi?
Yağış sürüyor.
Bir yerlerde üç adet şemsiye almıştık.
Dağılıyoruz. Tekrar birleşiyoruz.
Duruma bakılırsa, çekilen fotograflardan bir hoşnutsuzluk var.
Galiba… ama bunun dışında her şey yolunda. Herkesin bu geziden hoşnut olduğunu hissediyorum.
Biraraya geldiğimizde yeni bir plan yapılıyor.
Barajda çalışan feribotlar ile karşıya, Hilvan’a geçilecek. Daha sonra Urfa ve Harran mutlaka gezilmeli.
Bu tür kararlar almak tüm gezi süresince gurubumuzda sorun olmayacak.
Toparlanıp yola koyuluyoruz. Feribot’un haraket ettiği kıyıya gideceğiz. Ancak yolda, barajla birlikte muhteşem bir manzara karşımıza çıkıyor. Gine herkes dağılıyor.
Kahverengi renkteki tepelerin fotografları çekiliyor.
Herkes heyecanlı, Koşuşturuyoruz.
Bir süre sonra yolda atıyla bir genç.
’’Hey dur!’’ diye bağırıyor içimizden biri.
Kim?
Genç duruyor.
NBC kesinlikle ata binmek istiyor.
O’nun bu isteğine genç olumlu davranıyor.
NBC ata biniyor.
Atlı fotograflar çekiyoruz. Çektiriyoruz.
Az yapmama karşın, ben de çok severim ata binmeyi. Ki benim çocukluğumda doğduğum köyde, amca ya da dayılardan bir tanesi
o güzel atını binmem için vermemişti. ’’Baban attan düşerdi. Sen de beceremezsin!’’ dedikten sonra sırtını dönüp giderdi.
Bu nedenle midir, bilmiyorum. Ama ata binmeyi severim. Bu konuda kentte büyümek, yaşamak büyük bir dezavantaj.



Feribota giderken karşılaştığımız at.


Uschi’ye gönderilmeyen mektuplardan:

Sevgili Uschi,
şu saatlerde Türkiye’nin doğusundayız. Hani ’Kürdistan’ da deniliyor ya… ben bu gibi tanımlamaları zaten pek iplemem, bilirsin. Sınırlar, pek ’sanal’ gelir bana. Bunun son örneğini birebir Yugoslavya gerçeğinde yaşadık. Bir gecede kaç adet sınır oluşmuştu… 

Alexander Moszkowski isimli bir yazar, Romain Rolland’ı anımsatmak istercesine 1910’lu yıllarda şu satırları yazmış:

’’En iyi devlet formunu bulabilmek uzun bir uğraş.
Bu düşüncenin derinliğine inmek hep bir sorun.
Tebaalı biri der ki: 
Kısa bir süre sonra cumhuriyetçilere göre, daha çok cumhuriyet varolacaktır.’’

Bu adam belki de Einstein’ı şahsen tanıdığı için, O’nun hakkında yazılar yazdığı için bu sonuca ulaşmış olabilir…

Ve biz buradayız. Hiçbir sorun yok.

Lessing’in ’’Bilge Nathan’’ (Nathan dem Weisen) oyununu anımsıyorum. Lessing bu oyunda hem feylezof, hem ozan ve hem de kadılık rolünü üstlenir. Eskilerin ’’müsamahakâr’’ dedikleri, hoşgörü ana temasıdır. Hırıstiyan, müslüman ve yahudilerin kardeşlik duyguları içerisinde birlikte yaşamalarını önerir. İyi fikirlerin, iyi eylemlere dönüşmesini tasarlar. İyi olmak için iyilik düşünceleri içerisinde olmak gerekir. 

Evet, insanlar bizlere iyi davranıyoırlar. İnsanlar bize iyi davrandıklarına göre, güzel düşünceler besliyorlar beyinlerinde… 
Hava karanlık. Yağış ta var. Ama tüm bunlar bizim umrumuzda değil. Güzel anlar yaşıyoruz. 
Karşılaştığımız insanların bakışları dostça. 
İç dünyamda dolaşmak ta pek hoşuma gidiyor. Hatta fotograf çekmeyi bile unutuyorum. 



Yöre tütününden sigaram sarılmış, soba başı muhabbeti.

Feribot’ta
Suyun kıyısına indiğimizde orada bulunan ’kulübe’ diyebileceğimiz bir odanın içerisinde beklememizi öneriyor orta yaşlı bir adam. Suyun kıyısında soğuğu umursamaz  oynayan çocuklar. Bir de balıkçı teknesi bulunuyordu.
Yaşlı adam da bizimle birlikte kulübeye giriyor. Odanın ortasında bulunan sobanın etrafına oturuyoruz. Bu adam şalvarının cebinden tütün tabakasını çıkarıyor. İlk sardığı sigarayı bana ikram ediyor. Bu nazik davranışın karşılığı olarak benim O’na vermek istediğim hazır sigarayı almıyor.
’’Kesmez beni!’’ diyor kararlı bir ses tonuyla.
Sigaralarımızı içiyor. Sorulan soruları yanıtlıyoruz. Bizler de çeşitli sorular soruyoruz.
Yanıtlar nedense kısa oluyor.
Herkeste çekimser bir tavır var.
Dışarıda bir kıpırdanma hissetiğimizde, sobanın başında bizimle oturan adam:
’’Feribot geliyor!’’ diyor.
Kulübeden çıkıyoruz.  Kulübeye on metre kadar uzaklıkta başka bir balıkçı teknesi görüyoruz. Sandalın çevresine de beş-altı kadar çocuk doluşmuşlar. Babalarının, ya da tanıdıkları bir balıkçının tuttuğu balıklara sevininiyorlar. İzliyorum.
Biz, bu durumu kendi açımızdan değenlendirmek istercesine fotograflar çekiyoruz…
Feribot limana bağlandığında, tam bir kentli tavrı ile, ’’Kalkış saatini’’ soruyoruz.
’’İstediğiniz zaman gideriz, abi!’’ diye yanıt alınca, hem şaşırıyor, hem de utanıyoruz.
Feribot, çok mazbut şartlarda inşa edilmiş bir görüntüde. Suyun üstünde duruyor. Bunu saptadık. Başkaca hiçbir lüksü yok.
Minibüsü yükledik. Kendimiz de bindik. Bizden başka üç otomobilli yolcu daha vardı.
Feribot gürültülü motoru tüm hızıyla çalışıyordu. Yol almaya başlamıştık. Teknenin ortasında duruyorduk. Kaptan yukarı, yanıma gelin gibisinden bir işaret yapınca, yanına gittik. Güvertede, geminin dümeninden başka bir kaç metal kol ve hız gösteren bir aygıt vardı. Dümenin arkasındaki görüntü, bir otomobil konsolunun görüntüsünden farklı değildi. Kaptan, askeri renkte elbiseler giyinmişti. Boğazında ise, Almanya’da ’Filistin Atkısı’ denilen bir yaşmak vardı.
Kaptan sigarasını yaktı. Bize de ikramda bulundu. Arkasındaki duvarda, Yılmaz Güney’in büyük bir portresinin bulunduğu, filmlerinden birinin afişi asılıydı.
Yolculuk ne kadar sürdü? Hatırımda kalmamış…


NBC bizi böyle görmüş… yorgunluğumuzu saklayamayız. Feribotun Kaptan Köşkünde.

5. GÜN: URFA ve HARRAN

Urfa’da turistler gibi gezdik.
Eski kentin sokaklarında ’fotograf avına’ çıktık. Bende böyle bir izlenim kalmış. Belki sokaklar dar olduğu içindir… sanırım herbirimiz sevebileceğimiz bir kaç kare çekebilmiştik. Gerek eski kent, gerek sokaklar ve gerekse bu sokaklarda dolaşan insanlar ilgiçti. Sanki onların fotograflara alışkınmış gibi bir davranışları vardı.
Kapalı çarşıda içtiğimiz o güzel çorba ve sokakta bir adamın bana ikram ettiği  MIRRA ’Urfa Usulü Kahve’ anılarımın arasında…
Tabii ki herkesin gittiği yerlere gitmedik. Ancak o ünlü caminin karşısındaki lokantada yediğimiz kebabı da unutmak Urfa’ya karşı haksızlık olur. ’’Halil İbrahim Sofrası’’ desem abartmış olur muyum?






























Bu kent bizi heyecanlandırmışa benziyor. NBC ve AÖ kameralarından.
































Daha sonra Harran’a gideceğiz. Yollarda görülen, fotografı çekilmesi mutlak gerektiği sanılan yerlerde de duruluyor. Arabadan iniliyor, çekiliyor ve yola devam…



Meşhur Urfa Çorbası içerken...



 ve sokakta ikram edilen kahve.

Harran

Burayı fotograflardan tanıyorum. Özellikle Fikret Otyam’ın yıllarca önce çekmiş olduğu fotograflarından.

İzlediğim kadarıyla sonraki yıllarda ’fotografçıların izdahımına’ uğramış…
Harran’a vardığımızda bunun böyle olduğuna tanık olacaktım. Köyün içinde fotograf çekmek bir sorundu. Bir kişi hariç, diğerlerinden, ’’çekme!’’ veya ’’para vereceksin, yoksa çekemezsin!’’ tepkileri ile karşılaştım. ’Vay bizim aslan fotografçılarımız!’
Bu nedenle çektiklerimin arasında, içerisinde insan olan kareler azınlıktadır.
AÖ ve NBC neler çektiler? Çektiklerinin hepsini görmedim.



Geç saatlerde rotamız Mardin’e doğru…


Uschi’ye gönderilmeyen mektuplardan:

Sevgili Uschi,
bugün Suriye sınırınnın çok yakınında bir beldedeydik. Harran. Bu bölgeler genellikle tarihle doludur. Ve bu bilgilere ulaşmak için buralara dek gelmeye de gerek olmadığını düşünüyorum. Mezopotamya’da bulunan bir köyün bile geçmişinde üne kavuşmuş bir takım kişilikleri ve herhangibir olay olmuş olabilir. Gene de ’Eski Üniversite’nin harabeliklerini anmadan edemiyeceğim. Kısaca buraya bilim girmiş. Ancak ne kalmış? Keşfedemedim. Bir beldede kısa süre kalmanın ’cezası’ olsa gerek… 
Yıkıntıların önünde üç minik kız hediyelik eşya satmaya çalışıyorlar.
Bana gelince, müthiş bir yorgunluktan söz etsem, abartmamış olurum. Biolojik yorgunluk bana vız gelir, bilirsin. Ama, kısa zamanda bu kadar çok duygusal durumlara göğüs germek, gerçekten zor… ama dayanmam gerektiğini düşünüyorum. 
Emin ol: Bu gezi bana çok iyi geliyor. Sakinleşiyorum. Ve fotografı gerçekten ikinci plana attığımı düşünüyorum. Çok çekim yapmama karşın, bu böyle. İnan bana.
Buradaki günlerim özgür ve keyifli geçiyor. Neredeyse buralıyım, gibi bir duygu var içimde. Sanki buralarda doğmuşum gibisinden… sana daha poetik, daha duygulu cümleler yazmak isterdim… Hani şuracıkta uzanıp yatıversem, toprak yatağa, bir odadaymışım gibi hissetsem kendimi, tavanı gökyüzündeki yıldızlardan oluşan…
Şu an eski üniversitenin yıkıntılarının bulunduğu yerdeyim. 
Karşısına geçip oturdum. 
Mutluyum.


6. GÜN: MARDİN ve MİDYAT

Gece yarısına doğru Mardin’e geliyoruz.
Şehir merkezine doğru ilerlerken, içimizden biri ’hamam’a gitme fikrini ortaya atıyor. Hamam bir yana, bu saatte bir kentte ne bulunabilir ki… Bir meydan’a çıkmadan, bir berber dükkanının açık olduğunu keşfediyoruz. (Kuaför olmasın? Hata yapmayalım.) Üzerinde fazla düşünmeye gerek duymadan dükkana giriyoruz. Müthiş bir dostlukla kaşılanıyoruz.
NBC’nin verdiği talimatlara göre saçlarım kesiliyor. Bir de şampuanlı bir baş yıkama faslı.
Sanki ’yeniden doğmuşum’ gibi bir his…
AÖ’de saç traşı oluyor. NBC başını yıkatıyor.
Sanki herkese yeni enerji yükledi, Mardinli berber.

O sırada berber dükkanında bulunan diğer bir kişinin ise, berberin bitişiğindeki internet kafenin sahibi olduğunu öğreniyoruz. Saat sabaha karşı bir ya da iki olmuş.
Sorun yok. Dükkanın açılış saatlerini müşteriler belirliyorlar…

İnternetteki işlerimiz bittikten sonra, minübüsü parkettiğimiz, berberin yakınındaki meydanda (galiba Cumhuriyet Meydanı) ’Siyah İnci Otel’inde (minübüste) uyuyoruz.

Sabah uyandığımızda, şansımıza bir de cami yakınındaymışız. Tuvalet ve diş fırçalama işlemlerini de sorunsuz hallediveriyoruz. Sonra kahvaltı ve kentte gezinti var programda.
AÖ bilgilerine dayanarak, bazı binaların içmekanlarına götürüyor bizi.
Tabii fotograf. Başka ne için geldik ki?
Burada aklıma, daha önce biryerlerde görmüş olduğum bir başkasının fotografı aklıma geliyor. Bir tepe kurulu olan bu kentin, karşıdan (cepheden) fotografıydı. Hemen hemen ona uyan bir mekan buluyoruz, araştırmalarımız sonuncunda. Kentin mezarlığından, ya da ona yakın bir yerden çekmiş olmalı.
Mezarlığa gidiyoruz. Kapısı kilitli. Kim dinler. Duvarlara tırmanılıp, kentin karşı tepesine kurulmuş olan mezarlığa giriyoruz.
Güneş sert. Ova sisli-puslu. Yani pek fotograf yok gibi… ama en azından
bir-iki adet anı fotografı çıkıyor…



AÖ neredeydi? Kenti arka plana alıp bir anı fotografı çekimini NBC’nin kamerası ile o ve ben çektik.


7. GÜN: MİDYAT  VE  TATVAN 

Herşeyi değil ama, görmek istediklerimizi gördüğümüz kanısına vardıktan sonra, uzaklaştık Mardin’den… ya da buraya daha özel
bir ziyaret gerektiğini konuşmuştuk… bir kaç saate sığdırabilecek bir kent değil… her açıdan: Tarihi ve şu an süren yaşam!

Midyat’ta, her zaman yaptığımız gibi, bir dizi beylik yerler gezmek yerine tam tersini yapmayı yeğledik. Kiliselerine, camilerine gitmedik. İnsanlarıyla karşılaşmayı tercih ettik. Yaptık ta. Sanırım, üçümüz açısından değerlendirildiğinde, başkasına gösterebilecek, bir kaç kare fotoğrafımız vardır.

Asıl hedefimiz Ağrı’ya daha çok yolumuz var. Oyalanmaya gerek yok.
Yola koyulalım.
Nereye?
Hedef en azından Tatvan.

Midyat’ı terkedeli yarım saat kadar oluyor.
Hakkımda ilk şikayet NBC’den geliyor. O ana dek, fotograf çekmek için, ’şurada duralım’ dememişim.
Atik davranarak, AÖ’ye ’burada dur!’ dedim. Durduğumuz yerde, çorak dağların arasında bulunan bir köyü fotografladım.
AÖ ve NBC de çekim yaptılar mı, bilemiyorum… buradan bir panaromik çıkmıştı.

Yola devam.

Akşam üstü, güneş göçtü-göçecek Hasankeyf’e gelebildik. Burası da insanı fotograf çekmeye davet ediyor. Arabadan iner-inmez dağılıyoruz. Çekimler yapıyoruz. AÖ’nün çağrısı ile geri dönüyoruz. Yola koyulmamız, hava kararmadan nerede konaklayacağımıza
karar vermemiz gerekiyor.



Hasankeyf’te  NBC’ye yakalandığımız bir an.

Batman, Bitlis üzerinden bir rota çiziliyor.
Hava kararmış.
Otelde kalmak en uygunu. Ama hangi kentte?
Bitlis’e giriyoruz. Mihmandar-Söförümüz durmuyor…
Kentten çıktıktan sonra, önümüze çıkan bir yerleşim bölgesinde bulduğunuz, lokanta misali bir mekana giriyoruz. Bulduğumuz yemeklerden yiyiyoruz.

Bir kaç dakika sonra midemde bir bozulma hissediyorum. Çok geçmeden oturduğumuz mekanın tuvaletini sıkça kullanmaya başladım. Midem neden bozuldu? Halbuki hepimiz aynı şeyleri yedik…
Çare yok.

Yola devam. 

Tatvan’a gidiyoruz. Bir otele yerleşmeliyiz.

Yollar kar ile kaplanmış…
Gördüğümüz ilk otele giriyoruz.
Ben odama giriyorum. Yatmam gerek. Kendimi bitkin hissediyorum.
AÖ ve NBC birşeyler yemek istiyorlar.
Dışarı çıkıyorlar.
Odada kendime göre bazı ’doping’ denemeleri yaparak, iyileşmeye çabalıyorum.
Bir süre sonra odamın kapısı çalınıyor. AÖ ve NBC bana yoğurt ve pide getirmişler. Bu terapiyi de uyguluyorum.
Sabaha dek, sıhhatimi yoluna koymayı kafaya koymuşum.
Gece, benim için pek iyi geçmedi.
Uykusuzluk en berbatı.
Sabah kahvaltısında buluştuğumuzda, biraz da olsa midemi düzelmiştim. Artık ne alttan ne de üstten çıkacak bir malzeme kalmamıştı vücudumda. Kahvaltıda, denizcilerin mideyi düzeltmek için yaptıkları gibi,  kızarmış ekmek, beyaz peynir ve çay ile durumu biraz daha düzeltebilmiştim.

Yola devam.

Yolda askeri kontroller sıklaşmıştı.
Ancak, tüm aramalarda kimliklerimize baktıktan sonra ’iyi yolculuklar’ temennisiyle, vasıtamız aranmadan, vasıtadan indirilmeden, yolumuzu sürdürmüştük.



Midyat: Çocuklar ve AÖ.


Ahlat
Tatvan’da hiç oyalanmadan yola koyuluyor ve Ahlat’a gidiyoruz. Selçuklu Mezarlığının yanında bulunan müzenin önünde duruyoruz. Müze tadilat dolayısı ile kapalı. Mezarlığı geziyor, fotograf çekiyoruz.



Yola devam.

Van gölü kıyılarındayız.
Yol üstündeki köylere uğruyor, oradaki genç-yaşlı-çocuk, insanlarla konuşuyoruz, fotograflarını çekiyoruz. Hatıra fotografları göndermek üzere adresler alıyoruz.

Herşey yolunda. Midemin de düzeldiğini hissediyorum. Turumuz aksamayacak. Ya da ben erken ayrılmak durumunda kalmayacağım.
Ağrı dağını göreceğim.



Ahlat’ta hatıra.


Süphan Dağı

Dağcı olmadığım için, ovalardan dağları seyretmeyi severim. Dağlara çıkmadığım sanılmasın. ’Klasik Dağcılar’ gibi çıkmadım.


Ahlat’tan yola çıktığımzda, Van Gölü kıyılarında fotograflar çekiyoruz. İçinden geçtiğimiz köylere uğruyoruz. Yaşlı-genç ve çocukların ilgisini çekiyoruz tabii ki.
Fotograflarını da çekiyoruz.

Süphan Dağı’ndan sözedildiğinde ben artık hep NBC’yi anımsayacağım. Ve tabii ki oğlu Ayaz’ı.
Bu dağ sadece kendi haşmeti ile girmedi hafızama.
Yolda durmuş, akşamüstü ışığında fotografa koşuşturuyoruz. Bu sırada bir haykırış duydum. NBC sevinç çığlıkları atıyordu. O mu telefon etmişti, ya da Ona mı telefon edilmişti, anımsamıyorum.
Ebru hamileydi. Hekim muayenesinden çıkınca telefonlaşmışlardı. NBC’nin oğlu Yoldaydı.
’’Oğlum olacak!’’ diye sevinç naraları atıyordu.
Bu anın bir fotografı da gerekiyordu.
AÖ’de mutlaka çekmiştir.
Yola koyulduğumuzda isim aranmaya başladı. Bu gezide bir isim bulundu mu?
İşte Ayaz’ın ilk haberini böyle almıştık. Zaten bulunduğumuz
belde de ayazdı: Süphan Dağının etekleri. Isı eksi 25’lerde…



NBC sevinçli haberi aldıktan bir kaç dakika sonra. Süphan Dağı eteklerinde…

Muradiye Şelalesi
Hava karardığında gecelemeyi düşündüğümüz Muradiye Şelalesi’ne varıyoruz. Burada kar daha da çoğalıyor. Dizkapaklarımıza dek karın içindeyiz dersem, abartmamış olurum.
Yerleştikten sonra, orada bulunan kulübelerden birine giriyoruz.
Üç Kürt genci bir sobanın çevresine oturmuşlar, konuşuyorlardı.
Bizi görünce ayaklandılar.
Bu hava şartlarında ve geç saatlerde beklemedikleri müşterilerine hizmet vermekte kusur etmediler… bu gençlerden, bazı Yeşilçam filmlerine konu olan, ’başlık parası’ biriktirmek için yaşam alanlarını terkettiklerinin öykülerini de dinledik.
Balık ve salata güzeldi. Tekrar ediyorum: Gençler  gerçekten başarılı hizmet verdiler.



Midem bozulmasından sonra ilk yemek. AÖ ve NBC bira içerken, fotografta görüldüğü gibi, ben portakal suyu ile ’idare’ ediyorum.


Yemekten sonra, gece geç saatte, ay ışığında suları donmuş şelale fotograflanıyor.
Otomobilin kaloriferi programlanıyor, ve tulumlarımızın içinde ’balık istifi’ uyuyoruz.
Sabah olunca neredeyse donduğumu hissederek, uyanıyorum. Bu denli soğuklara dayanıklı elbiselerin de faydası yok.
AÖ ve NBC de aynı durumdalar. Arabadan hızla inerek, bir gece önce yemek yediğimiz kulübeye koşuyorum.
Gençler, bize hizmet verdikleri odada,  yer yatağında, sobanın çevresinde uyuyorlar.
Kapıyı çalıyorum. Çıt yok.
Pencereyi çalıyorum. Çıt yok.
Bir süre sonra gençlerden biri uyanıyor. Başını yorganından azıcık çıkartıp bakıyor.
Oda karanlık. Dışarısı aydınlık Ters ışık. İyi göremiyor beni.
’’Kapıyı aç!’’ diye bağırıyorum.
Bağırıyorum. Anlaşılmadığımı hissedince, pencereye olanca gücümle dayanıyorum. Pencere açılıyor. Pencereden içeri giriyorum. Soba sönmüş. Hemen oradaki odunlarla, sobayı dolduruyor ateşe veriyorum. Gençler şaşkın şaşkın bakıyorlar. Ben ise donmak üzere olduğumu düşünüyorum. Bu arada AÖ ve NBC geliyorlar. Onlara kapıyı açıyorum. Onlar da donmak üzere…
Sobadaki odunlar tutuşmuş, ısınmaya başlamıştık. Ne oldu da, minibüsün kaloriferi bir saatte çalışmamıştı… Mazot mu bitmişti? Yanlış mı programlamıştık, Alman harikasını?
Kemiklerimiz ısınmaya başladı. Gençler çay demlemişlerdi, kahvaltı hazırlamışlardı.
Artık donmaktan kurtulmuştuk. Karşı dağın arkasına gizlenmiş gibi gözüken güneş, sert bir ışık saçarak, çıkmaya başlamıştı.
Herkes fotografa koşuyordu.
Şelale donmuş.
Buradan fotograf çıkartmak gerekiyordu.


Uschi’ye gönderilmeyen mektuplardan:

Sevgili Uschi,
epey süredir yazamadım. Bu durum, gezimizin gelişimi ile ilgili. Son günleri de çok yoğun yaşadım. Midem de bana bazı azizliklerde bulundu. Ancak iyi atlattım. ’Yoldaş’larımı da mağdur etmediğimi sanıyorum.
Çok soğuk günler yaşıyorum.
Fotograf çekmek için çok yoğunlaşmadığım anlarda, seni düşünüyorum. Kendimi düşünüyorum. Biliyorsun, yaşamımda ’öğretmenler’ olmadı. ’’Akıntıya karşı büyük sanatçıların yüzebileceğini’’ düşünürüm.
Ben, yüzmesini beceremiyor muyum? Dibe doğru mu gidiyorum?
Ama bildiklerim de var
 Bu yaşıma karşın damarlarımdaki  kanımın hâlâ kaynadığını, kalp atışlarımın çoğaldığını hissediyorum. Damarlarımda sanki kan değil, ateş dolaşıyor.
Öte yandan şunlar da aklımdan çıkmıyor: İdeallerime ne oldu? Ne kadarını gerçekleştirebildim? Çok fikir yürüttüğümü, az fotograf çektiğimi de düşünür oldum… ne yapmalıyım? 
Lütfen bana olan dayanışmanı sürdür.
Bu gezide o kadar çok anı topluyorum ki, çok iyi not tutmadığım için silinip, kaybolmasından korkuyorum. Hani az  fikse edilmiş fotografın solduğu gibisinden… 
Sana hakikati söylemem gerekirse, bu gezide gördüğüm yerler, doğa beni çok etkiliyor.
Bir de sana anlatabilmeyi becerebilsem… geldiğimde bazı fotograflar anlatmak istediklerimi açıklayabilirler. 
Buraların güzelliği beni kendisine esir aldı. 


8. GÜN: ÇALDIRAN VE DOĞU BEYAZIT































Çaldıran

Bu beldeyi sadece tarih kitaplarından bilirim. İlkokulda öğrendiklerime göre, Yavuz Sultan Selim burada bir savaş kazanmıştır. Başka bilgim olmadı. Hayatımda Çaldıranlı birini bile tanımadım.
Buraya geldiğimizde de tanınayamayacaktım. Kar-tipi buna izin vermeyecekti. En fazla beş metre uzaklığı seçebiliyordum.
Bir benzincide durduk. Durumu yeniden gözden geçirmek, ’yola devam mı?’ sorusuna yanıt bulmak gerekiyordu. AÖ, ’kaptanımız’ olduğu için O’nun kararlarına uyulacaktı. Zaten tersini iddia edebilecek bir durumumuz da yoktu.
Aşağıdaki fotograftan başka bir anı yok. Çaldıran kendini kar-tipi-sis ile gizlemişti.



Çok sonraları Çaldıran Kaymakamlığı web-sayfalarından şu 
bilgileri okuyacaktım:
’2002 Yılı içinde ilçe Nüfus Müdürlüğünce 3553 doğum, 629 ölüm, 9 adet boşanma, 946 adet evlenme, 21 yer değiştirme ve 32 adet kayıt tahsisi yapılmıştır. 9647 adet nüfus cüzdanı ve 14 adet Uluslararası Aile Cüzdanı verilmiştir.’’


Ağrı


9. GÜN: DOĞU BEYAZIT - Ağrı Dağı – Ararat

Çocukluğumda kamyonların arkasındaki bir alana ’’Yol biter ömür bitmez!’’ yazılırdı. Kimilerinde ise, ön cephede, şöför mahalinin alnına yazılırdı…
Ömrümüz henüz sürüyordu…
Yollar da.

Bursa’dan Gemlik’e doğru giderken, Orhan Veli’nin bir şiiri kocaman bir tabelada yazılıdır:
’’gemliğe doğru /denizi göreceksin / sakın şaşırma’’

Dağların arasında yol alırken karşımıza aniden Küçük ve Büyük Ağrı Dağları çıkıverdi. ’’şaşırmamak’’ elde değil. En azından benim için.
AÖ, iyi bir park yeri bulduktan sonra dağılıyoruz.
Aramızda pek bir şey konuşmuyoruz. Herşey kendiliğinden oluşuyor. Herkes bir taraflara dağılıyor. Bu bana epey normal geliyor.
Herkes ’kendine göre’ takılacak…

Büyük ve Küçük Ağrı’nın karşısındaki tepelerde bir köy. Karla kaplanmış. Bazı bacalar tütüyor. Demek ki bir yaşam var… Durduğumuz yol köyden epey yüksekte. Sağ tarafımda bir kuyu görüyorum. Etrafında kadınlı-erkekli eşekleriyle insanlar. Demek ki, evlere su dağıtımı henüz gerçekleşmemiş… elektrik direkleri mevcut. Evlerin çatıları dümdüz. Bazı çatılarda çanak antenler görüyorum. Köyün ortasında mavi boyalı, bayraklı bir bina. Burası okul olmalı diye tahmin yürütüyorum. Uzaklarda yeşile boyanmış bina, beyaz minareli… köy camisi. Çeşme (kuyu) başı hariç ortalıkta kimsecikler yok.
Fikret Otyam’ın sözlerini anımsıyorum: ’’Oğlum bu havada burnunu bile pencereden çıkartmayacaksın!’’
Doğru. Eksi yirmibeş derecede ne işin var buralarda?

Hava açık. Büyük Ağrı’nın başında -zirvesinde- bulutlar dolaşmıyor.
Biz de fotografa gönül bağlamadık mı?
Evet çek!
Kendimden kurtulup fotografa döndüğümde, her şeyi unutuyorum… Dört makara film çekmişim. Dört çarpı otuzaltı kare. Ne yapacaksın bunları?

Ararat ismi ile başka bir ilişki: Fotograflarımdan kartpostal üretip, bunları pazarlayan Berlinli yayınevinin adı da Ararat Verlag (Yayınevi) idi.



İshak Paşa Sarayı’nın karşı tepesinde ışık beklerken.

Gece
Doğu Beyazıt’a girdiğimizde hava kararmıştı. AÖ’nün daha önce bildiği bir otele yerleşiyoruz.
’’Hotel Grand Derya’’. Üç yıldızı olduğunu, tanıtma broşüründe her nedense, odaların tanıtım fotograflarının yanısıra, koridor ve asansör’ün fotograflarının da olduğunu görüyorum. Demek ki, tanıtımda önemli ayrıntılar…
İnternet bile var. Bunun olmasına NBC özellikle önem veriyor.
Eşyalarımızı odalarımıza bıraktıktan sonra, hemen İshak Paşa Sarayı’na çıkıyoruz. Tabii ki fotograf.
Herkes yorulmuş.
Otele dönüp yatıyoruz.

Bir gün sonra
İki gün daha bu dağın etrafını dolaşacağız. Sınır kapısının yakınları dahil, dağın ülkemiz tarafında bulunan her yerine gidiyoruz. Hatta dağın çevresindeki her köye gittik, dersem abartmamış olurum.
Peki neden?



Doğubeyazıt: Ezgi Kafe











Ağrı Efsanesi – ve Bugün


Bu büyü neden? İnsan neden bu denli ’uzak’lardan gelip, bu dağı görmek, fotografını çekmek ister…

Ağrı Efsanesi üzerine en çok yazılan bir efsanedir. Nuh’un gemisinin bu dağda olması, daha doğrusu, bu olasılık derin bir sır gibi güncelliğini hâlâ korumaktadır. Bu gizem belki, ’tanrı var mı yok mu?’ tartışmasının da önemli bir bölümüdür.
Buna bağımlı olarak Cudi Dağı da bu tartışmaların bölümünü oluşturur. Buralara çıkılır, araştırılır. Bir dizi belgelere ulaşılmak istenir… hatta bazı izlere rastladıklarını, Nuh’un gemisini bukduklarını, anlatanlar da vardır.

Tüm bunları bir yana bırakırsak, beni bu dağ niye büyülemiştir?
İlk yanıt, bu dağın tek başına, tüm heybetiyle durmasıyla açıklanyabilirim.
Başka da yanıtım yok!
Bu dağ beni büyüledi!
Derin uykularımdan uyandırdı!
Ki daha çok uzaklarındayız. Anlatılanların tersine silahsesleri de duymuyoruz. Geceleri de. Ama yoğun kontrollerden de geçiyoruz.

Gittiğimiz köylerde, köylüler evlerine davet ediyorlar. Aramızda bir anlaşma olmamasına karşın, üçümüzün de verdiği yanıtlar aynı: ’’Çok sağolun! Botlarımızı çıkartıp giymek hayli dertli.’’
Çaylar evin önüne getiriliyor. Muhabbetler evlerin avlularının duvarlarında yapılıyor. Kısacası dostça karşılanıyor, dostça ayrılıyoruz. Arada sırada köyün anayollarından siyah renkli otomobiller hızla geçiyor. Üçümüzün arasında bu durum hakkında en az yorum yapabilecek benim…

Ağrı Dağı güncel yaşamıma giriverdi ansızın.
Nereye gidersek gidelim, hep o’nu görüyorum.
Görüyoruz.
O, tüm heybeti ile kendisini hep gösteriyor.
Çoğunlukla zirvesinde bulutlar eksilmiyor. Stres olmadığı için, o’nu bıkmadan-usanmadan seyrediyorum. Sanki bana bir şeyler söyleyecekmiş gibi hisler oluşuyor… başım buğulanıyor… dönüyor mu yoksa?
Bazen bulutlar hızla kayboluyor. İşte böyle zamanlarda, tek başına gerçek büyüklüğünü gösteriyor.
Eteklerine dek karla kaplanmış. Bu durum, gizemini, esrarını, ciddiyetini daha da belirgenleştiriyor. ’’İşte ben buradayım!’’ der gibi
bir tavır içerisinde.
Belki de, Nuh Peygamber bu nedenle, bu dağa sığınmak istemiş olabilir. Sel felaketinden sonra, dağdan aşağılara inerek, inananlara bir yaşam getirmiş olabilir… kimbilir…

Benim ’’göçmen’’ yaşamımda da sığınacağım ’dağlar’ oldu. Bunların kelimenin tam anlamı ile ’dağ’ olmaları gerekmiyor. Beni yelkesine alan her şey bir dağ gibi gelir bana... buradaki insanlarla da hemen anlaşabildim. Farklı kültürler ile eskiden beri iyi anlaşırım. İçimdeki, tanımlayamadığım bir güçten olsa gerek… hani mektup zarflarının arka sayfalarına yazılan ’’Gönderen:’’ gibisinden.
Gönderen olmayınca dünya ile nasıl iletişim kuralabilinir?



Ezgi Kafe’de nargile keyfi


Uschi’ye gönderilmeyen mektuplardan:

Sevgili Uschi,
Ağrı’ya geldik. Çok etkilendim!
Dağa bakarken her nedense Martin Luther’in şu sözlerini anımsadım: ’’İşte buradayım, başka bir şey yapamam, tanrım bana yardım et! Amin!’’
(Hier stehe ich, ich kann nicht anders, Gott helfe mir, Amen!)  
Neden? 
Bilmiyorum.
Gece uyumak bile istemedim. Ancak biolojik durum da herşeye olanak tanımıyor. Bir süre sonra yenik düşüveriyorum. Burada, buğulu bakışlarla, sanki rüyadaymışım gibi geziyorum. 
Tabii ki fotograf çekiyorum. Çekiyoruz. 
Bu dağ AÖ ve NBC’ye ne söylüyor. Bilemiyorum. Günün birinde belki karşılıklı anlatırız. 
Dağın eteklerinde ’Doğu Beyazıt’ kasabası bulunuyor. Orada bir otelde geceliyoruz. Buradaki şartlara göre epey lüks denilebilir. İnternet bağlantısı 
bile var. 
Dağın tepesi buz kaplı olsa gerek. Eteklerde ısı gine eksi yirmilerde…belki de eksi otuzlarda… 
Dağcı olmadığım için, ’’zirve’’den değil, dağın eteklerinden bir şeyler anlatabilirim.
İnsanlar çok uzaklardan gelip bu dağın zirvesine tırmanıyorlar. Kaldığımız otelde de ayrı ülkelerden dağcı-turistlere rastlıyoruz. Bunlar, Nuh Peygamberin gemisinden izler-kalıntılar- arıyorlar. Bulabilmek için, beşbin metreyi aşan yüksekliğe çıkıyorlar. Bulamadan aşağıya iniyorlar. Ancak, zirveye çıkılınca insan hangi hisler içerisindedir. Mutlulukların en yücesi orada mı? Bilemeyeceğim. 
Çıkan birisine sormalı. Ben eteklerinde olmama karşın, çok huzurluyum.
Burada, galiba ’Aşağı Tavla’ isimli köydeydi. Çocuklar, saman yığınlıklarında sere-serpe uzanmışlar yatıyorlar. Fotograflarını çekiyorum. Çocuklar güle-oynaya birbirleriyle şakalaşıyorlar. Hepsi sevimli, cana yakın.
İşte bu köyün içerisinde böyle başıboş dolaşırken, gine kendimle uğraşmaya başlıyorum. Sonuçta, herkesin kendi olması gerektiğini yeniden karar veriyorum. Aslında herkes içinde bulunduğu durumu kavrayabilse, çevresine bakmasını öğrenebilse, belki iç dünyası tüm iyiyliklere açık olacak. Sırf kendisini değil, dünyayı da kavrayabilecek... 
2001’den bu dağ turizme de açılmış. Yılda üçbin kadar, özellikle dağcılıkla ilgilenen insanlar buraya geliyorlar, yerli rehberlerin öncülüğünde dağa tırmanıyorlarmış…

Bu dağ ile birlikte, gerek tarihte, gerekse günümüzde bir çok sorun akla geliyor. Tüm bu sorunlar dağın adı ile de tartışılıyor. İncil de Ararat adı geçerken, Kürtçede Çiyayê Agirî, ’’Ateş Dağı’’ olarak anılıyormuş. Türkçede ’’Ağrı’’ deniliyor. Yani acı, elem anlamına da gelir. Ermenistan’da ise Masis ’’Dağların Anası’’; İranlılar ise Kûh-i Nuh, ’’Nuh Dağı’’ diyorlar. Dünyada en sık kullanılan ad ise: Ararat.

Açık söylemem gerekirse, ben bu isimlerin hepsini beğeniyorum. ’’Dağların Anası’’ adı da hoşuma gidiyor. Öylesine bol çocuklu bir ana ki, çevresinde bu denli çok etnik gurubu barındırıyor. Onlar ne yaparlarsa yapsınlar, O tepeden izliyor. Belki de kalbi gördükleriyle cız ediyordur…

Adı ne olursa olsun. İşte O. Karşımda duruyor. Sanki beni kucaklayacakmış gibi karşılıyor.

Sonra bir an Almanya’da, Türkiye ile ilgili yapılan Avrupa Birliğin tartışmaları aklımdan geçiyor. 
Düşünsene bir tanem, Türkiye AB’ye girerse bu dağ, adına ne dersek diyelim, Avrupa Birliğinin en yüksek dağı olacak!

Aklıma olmayacak işler gelir! Ama bir olursa…



10. GÜN: AYNI YERLER



Bugün İshak Paşa Sarayına çıkıyoruz. Bayram nedeniyle kapalıymış. Kurban Bayramı başlamış… haberimiz yok...

Kale içerisine girmek için bir girişimde bulunmuyoruz. Karşısındaki dağa tırmanmaya başlıyoruz. Işık epey sert, fotografa pek yatkın değil, ama şansımızı deneyeceğiz.

AÖ ve NBC bana dağa nasıl tırmanılacağını ve nasıl inileceğini öğretiyorlar. Buna karşın, ben onların çıktıkları yerden tırmanmayı göze alamıyorum. Dağın yan taraflarından, stres yapmadan tırmanabileceğim yerleri seçiyorum. Tırmanırken de durabildiğim yerden İshak Paşa Sarayını fotograflıyorum. Geç te olsa onların bulundukları tepedeyim.
Işığın biraz daha kırılmasını, haa şöyle ’fotograf ışığı’ olmasını bekliyoruz. Beklerken de birbirimizin hatıra fotograflarını çekiyoruz. Beraberinde getirdiğim filmler azalmakta. Önümüzde daha gideceğimiz bir çok yer var.
İkisi birden bana, ’’Artık sen hatıra fotografı çekme!’’ diyorlar.
Hava kararana dek o tepeden, sarayı ve Doğu Beyazıt’ı izliyoruz.
Ortalık sakin ve mistik bir görüntü… derin düşüncelere dalmadan edilemiyor… soğuk insanla düşünceleri arasına girene dek…





 




























Ağrı dağı eteklerinde. Bir gün önce Ezgi Kafe’de  ’Berivan’  isimli güzel bir türkü dinlemiştik. Bu kızcağızın adı da Berivan. Türkünün ve O’nun anısına…



Hatıra Fotografları

Hangi köye uğrarsak uğrayalım, özellikle çocuklar, fotograflarını çekmemiz için peşimize takılıyorlar.
’’Abi beni de. Beni de!’’ diye bağırıyorlar. Öyle ki, çekmeyince peşimizden ayrılmıyorlar. Çekince de ayrılmıyorlar. Sayıları da pek az değil…
Bir dönem sonra benim peşimi bırakıyorlar. Çünkü ben analog çekim yapıyorum. AÖ ve NBC gibi çektikten sonra, fotografı  hemen gösterebilme şansım yok. Bu nedenle, köydeki tüm çocuklar onların peşindeler… NBC, iri adımlarına karşın kurtulamıyor. Nasıl becerebildiğini kendisi anlatmalı.

Benim derdim köpekler

Bir gün önce, akşamüstü dağın hemen eteğinde olan bir köydeydik. Hava kararmak üzereydi. Dağın başında bulutlar vardı. Ve muhteşem bir ışık oluşmuştu.
AÖ, minibüsü köyün meydanına park etmişti. Makinelerini alan koşuşturuyordu. Aynı yerlerden fotograf çekmemek çabaları da vardı, mutlaka.
Ben köy meydanına yakın bir sokakta tripodumu yerleştirmiş, filmimi uzun ışıklandırmaya hazırlanıyordum. Bir köpek, taştan örülmüş avulunun üzerine çıkmış, havlıyordu. Bunu duyan diğer iki köpek te ona katılmışlardı.(Nereden geldilerse?) Üçü birden beni çevrelemiş, sanki aralarında anlaşmışlar gibi, koro halinde havlıyorlardı. NBC’nin ’’çök!’’ diye bağırdığını duyunca, çökmüştüm. Ancak köpekler başımdan ayrılmıyorlardı. Bir elim deklanşöre bağladığım kabloda, yere çökmüştüm. Makinenin motorlu olması, bu duruma rağmen, bir kaç kare fotograf çekmemi sağlamıştı.
Bir süre sonra camiden çıkan bir adamla bir çocuğun uzaktan geçtiğini farkettim. Bağırıyordum. ’Kurtarın beni!’
Adam, köpekleri dağıttı.
’’Üşütmüşüm abi. Ayakta duramıyorum. Namaz için evden çıkmıştım. Kalamam!’’ dedi ve sırtını dönüp gitti.
’’Beş dakika daha beklesen…’’
Çıt ses çıkartmadan karanlıkta kayboldu.
Bu durumdan istifade edip, arabanın bulunduğu meydana gittim. Sephayı kurup orada fotograf çekmeye başladım. Köpekler gene gelmişlerdi. Öğrendiğimi uyguluyor, olduğum yere hemen çöküyordum. Burada da bir kaç kare çekmiştim.
AÖ, gözüktü. Köpeklerin huyunu-suyunu iyi bildiği için, onların oradan ayrılmasını sağladı.
Kurtulmuştum.

Yola devam.
Artık oyalanmaya gerek yoktu. Kars’a, oradan da Çıldır’a gidilecekti. Ancak, önce bana film gerekiyordu. Dükkanlar kapanmadan Kars’a olmalıydık. Olduk da. Herkes seferber oldu. Dükkan arandı ve bulundu. Bulduğumuz ilk dükkanda bulunan 20 adet dia filmini satın aldım. Zaten daha fazla da yoktu. Kullanma tarihleri, vesaire önemli değildi. Film bulmuştum.
Kars’ta Karabağ otelinde geceledik. Gece, ilk bulduğumuz bir aşhanede, üçümüzümde  sevmediği yemekleri, yiyemeden; bir kaşık bile yemeden mekanı terkettik.
Fotograf yok.

Romanı yazılan bir kentte bu kadar kısa süre kalabilmiştik.

Sabah erkenden istikametimiz: Çıldır.

11. GÜN: ÇILDIR GÖLÜ VE KÖYLER



AÖ Çıldır Gölü sınırında özellikle fotograf çektirdi.


Kars’tan Çıldır’a doğru yola koyulduğumuzda makineme yeni fılm takıyorum. Kaset numarası 51. Yanımda getirdiğim tüm filmleri kullanmışım. Bir gün önce Kars’ta aldığım filmler devreye giriyor.

Havanın sertliği sürüyor. Hatta daha da sertleşti, desem daha doğru olacak. Gittiğimiz asfalt yol hariç, her taraf kar ile kaplı. Ortalıkta tek bir ağaç göremiyorum.
Yol üzerinde ’’Çıldır Gölü’ yazılı tabelayı geçtikten sonra, ilk ev karşımıza çıkıyor. Karların içine gömülü gibi görünen bu evin çevresinde bir kaç ağaç var. İki ağaç arasına gerilmiş ipte çamaşırlar asılı. Ortalıkta kimsecikler yok gibi…
Aniden uzaklarda bir atlı görüyoruz. Binicisi dörtnala yol almış gidiyor. Hemen duruyoruz. Ansızın müthiş güzel bir manzaranın içerisindeyiz. Adını ’’Çılgın at!’’ koyduğum bu atı, binicisi ile çekiyoruz. Daha sonra, göl kıyısında ilerledikçe, bu tarz başka manzaralara da rastlıyacağız.



Köpek bağlı olduğu için rahatım.

Yolun kenarından fotograf çekerken, birbirinden farklı iki koltuk değnekli, özürlü yaşlı bir adam bize doğru hızla gelmeye çalışıyor. Başarıyor da. Amacı sohbet etmekmiş. Daha sonra, orada bulunan evden de bir genç kapı önüne çıkıyor. Buluştuğumuzda, ondan bundan sohbet ediliyor.

Yolumuza devam ediyoruz. Bir kaç kilometre sonra, bir önceki manzaraya benzer biz eve daha rastlıyoruz. Bu motif te hoşumuza gidiyor.
Arabadan indikten sonra, ben eve daha da yaklaşmak istiyorum. Gene köpekler. İki köpek birden havlayarak bana doğru koşuyorlar. Hayır yanlış görmüşüm. Birisi zincirle bağlı. Zincirin bağlı olduğu kalın halat ile evin belli uzaklıkta çevresine dek haraket edebiliyor. Havlamaların sonucunda bir erkek peyda oluyor. Önce köpekleri susturuyor. Yanımıza geliyor. Gene sohbet: ’Nerden geliyor, nereye gidiyorsunuz?’ Minibüs Istanbul plakalı. Isı eksi otuzlara düşmüş. Bu üç adam burada ne ararlar? diye hayret etmeleri olağan…

Yola devam.

Çıldır Gölü’ne ulaştık. Uzaklardan, çift at koşulu bir kızak görünüyor. Müthiş bir görüntü. Herkes heyecanlanıyor. AÖ, nasıl yapsam da yakınlarına bir yerlere durabilsem düşüncesiyle, arabaya gaz vermiş ilerliyor. Arka koltukta oturan ben, ’’Allah bee, ne manzara!’’ çığlıkları atıyorum. Atlı kızağa yaklaştığını hisseden AÖ yolun kıyısında duruyor. Aşağıya iner-inmez, onların bulunduğu istikamete doğrı koşuşturuyoruz. Sesleniyoruz. ’’Heyyyy! Durun!’’ Kızağın üstünde bulunan adamlar durdular. Şaşkın şaşkın bize bakıyorlar. ’Hoşgeldiniz!’ diyorlar. Gölde yakaladıkları balıkları gösteriyorlar. Anlaşılan talihleri yaver gitmemiş… iki-üç adet donmuş balık var kızağın tabanın da. Aramızdan biri, galiba NBC, kızağı şöyle bir sürün de bir fotografınızı çekelim, diyor. Adamlardan birinin, ’’Hayvan (at) terlemeye başladı. Bir an önce kmyümüze gitmemiz gerek!’’ demesine karşın, bir kez daha rica ediliyor. Bizi kırmıyorlar. Üç kişi kızağın çevresini sarmış fotograf çekiyoruz… adamlar, bir kaç dakika sonra uzaktan sadece minaresini seçebildiğimiz köylerine döndürmüşler yönlerini… arkalarından bir süre daha bakarken, AÖ’nün‚ ’Hadi Memo, gidiyoruz!’ demesiyle, rüya gibi gözüken bu görüntüyü terkediyoruz.



Ancak daha da iyilerine rastlayacağız.
Belki beş kilometre kadar sonra, gölün tam kıyısındayız. Karşımızda büyükçene bir köy bulunuyor. Adının Çanaksu olduğunu, durup oradaki insanlarla konuştuktan sonra öğreneceğiz. Münübüsün parkettiği yolun kıyısında, iki- üç ev var. Yolun sağ tarafında yalnız başına duran başka evler görünüyor. Uzaklardan arkasına tay bağlanmış bir at arabası geçiyor. Güzel bir grafik kare düşüncesiyle onlara doğru koşuyorum. Fotograflıyorum. Ama onlar daha hızlı, kaçırıyorum.
Geri döndüğümde, evin önünde AÖ ve buranın yerlisi üç orta yaşlı erken AÖ ve NBC ile konuşuyorlar. Gölü anlatıyorlar. Buralarda daha çok hayvancılık yapıldığını, gölde de balık yakaladıklarını anlatıyorlar. O sırada Bilge’nin telefonu çalıyor.
NBC: ’’Aaaa tesadüfe bak, Reis arıyor!’’ dedikten sonra telefonu açıyor.
Bilge: ’’Reis senin memleketindeyiz!’’
Oradaki adamlardan biri, ’’Bu bizim Reis mi?’’ diye soruyor.
Evet yanıtını aldıktan sonra, selam göndermele faslı başlıyor. Meğerse, bu adamlar, bu beldenin aşıkları imiş. Ve Reis Çelik’in ’’İnat Hikayeleri’’ filminde oynamışlar.
NBC, daha sonra Reis’in, bizim buradaki gezimizin kolaylaşması için, tavsiyelerde bulunduğunu anlattı. Fazla kalmayacağımız için, üzerinde fazla durulmadı.
Diğerlerinin kaç kare fotograf çektiklerini bilmiyorum, ben 7x36 kare çekmişim. 24x36 mm ile, birbirlerine yapıştırarak, panaromik yapmak istediğim çekimler yapmışım.

Buraların dümdüz, ağaçsız olması bana Ömer Şerif’’in başrolünü oynadığu Doktor Jivago filmini anımsattı.



Bu kızak keşfedildiğinde sevinç çığlıkları atan bizler.


Hava kararana dek gölün kıyılarında dolaşıyoruz.
Ardahan’a girdiğimiz de, kente giren ana yolun üzerinde ama biraz dışında bulunan bir otele bakıyoruz. Beğenmiyoruz. Kente gidip, oarada açık bulduğumuz bir lokantada, buranın en meşhur yemeği diye tanıtılan, ’güveçte kurufasulye’ yiyiyoruz. Servis iyi, yemek vasattı.
NBC, lokantada çalışanlardan birine (sahibi de olabilir) ’’Buranın en lüks oteli hangisi?’’ diye soruyor.
Genç adam, kente girerken rastladığımız ve baktığımız oteli tarif ediyor. ’’Başka?’’.
Bir tane de kentin meydanında bir otel olduğunu anlatıyor.
Hesabı ödedikten sonra, kentin meydanındaki otele gidiyoruz. Burası diğerinden beter. Bu durumla karşılaşınca, AÖ’nün ’gideceğimiz yere hava kararmadan gidelim!’ uyarısının nedenlerini daha iyi anlıyorum.
Geri dönerek ilk baktığımız otele gidiyoruz. Resepsiyondaki genç, bize üç oda anahtarı veriyor. Odalara dağılıyoruz.
Elimdeki anahtarın üstünde 207 yazıyor. AÖ ve NBC’de aynı kattalar. Asansöre binip yukarı çıkıyoruz. Koridora çıktığımızda, otelin üst katlarından, neşeli kadın sesleri ve daha az neşeli sarhoş bağırtıları geliyor.
Bize refekat eden genç, ’’Abi en üst kat lokanta. İsterseniz yemek yiyebiliyorsunuz!’’ diyor.
Halimizden anlamıyor.
Odaya girdiğimde, adını koyamayacağım bir koku ile karşıyorum. Hemen pencereleri açıyorum… çok yorulmuşum. Resepsiyona şikayet için inmeye bile üşeniyorum.
Odanın tüm ışıklarını açtım. Oda hâlâ karanlık.
Peki koku. Bu ne kokusu?
Cep lambam ile yatağı kontrol ediyorum. Çarşafın üstünde büyük büyük lekeler… Yıkanmamış gibi gözüküyorlar.
Ama yorgunluk düşünmeme bile fırsat vermiyor. Yatağın üzerine battaniyeleri yeniden serip, uyku tulumumun içinde deliksiz bir uyku çekiyorum.

Ertesi sabah, odadan anlaştığımız saatte lobiye iniyorum. AÖ ve NBC’nin tavırları da donuk… daha sonra ikisi de bir kaç oda değiştirmelerine karşın, temiz çarşaflı bir oda bulamadıklarını anlattılar… Otel meğerse ’’Nataşa’’ ların işyeriymiş.
Neredeyse kahvaltı bile etmeden, çünkü önümüze kahvaltı diye konulan malzemelerin de, mekanın genel havasına uygun olduğunu saptıyoruz.


12. GÜN: ŞAVŞAT, HOPA VE TRABZON



Şavşat’a yöneldiğimizde AÖ, yükseklikte ölçebilen kolundaki
saatten üçbin metrelik bir dağın tepelerinde olduğumuzu anlatıyor.
Bir tepede yayla evlerine rastlıyoruz. Fotografa davet ediyorlar gibi dizilmişler. Her ev tek başına inşa edilmiş. Elektrik direkleri bile var. Kurtların ayak izlerinden başka bir iz gözükmüyor.
Tek bir insan göremedim. İyi kareler yakaladığıma eminim.
Şavşat’a girdiğimizde ana caddede bulunan çarşıda duruyoruz.
Canım kahve çekiyor. Diğer turlarımızda olduğu gibi, AÖ bu duruma çok alışkın. Bir dükkanın önüne park ediyoruz. Daha sonra dükkanın sahibi olduğunu, adının da Doğan olduğunu söyleyen 30-35 yaşlarındaki bu genç, ’’Abi çaylar benden!’’ deyiveriyor.
Şaşırıyoruz, ama bozuntuya da vermiyoruz. Birbirimizle bakıştıktan sonra, ani karar veriliyor. Zaten bu arada çaylar da gelmiş. Çaylar içilirken Doğan bize Şavşat’tan öyküler anlatıyor. Ava çıktıklarını, başka da bir alternatifleri olmadığını anlatıyor. Bu arada diğer esnafta bize katılmış, dinliyorlar.
Zaten tek konuşan Doğan’a. ’’Başka ne gibi avlara çıkıyorsun, Doğan?’’ diye soruyorum.
Doğan, çevreye bir göz attıktan sonra, ’’Abi, Trabzon’da Rus Pazarı var! Orada herşey bulunuyor.’’ dedi.
Oraya toplanan diğer esnafa bakıyorum. Bıyık altından gülüyorlar. Demek ki ortak yaşadıkları anlar var.
’’Başka?’’ diye sorduğumda, ’’Abi herşey var, dedik.’’  Diye yanıtlıyor.
Daha sonra, 20, 30, 40, 50 veya 100 Dolar, diye de fiyat listesi çıkarıyor. Bıyık altından gülenler, sesli gülmeye başlıyorlar.
Durum anlaşıldı. Konu ’’Nataşalar’’.
Durum vahim! Huzursuz oluyoruz ve ani bir kararla oradan ayrılıyoruz.

Rus Devrimi ’tarihsel gereklilik’ diye yorumlanıyordu. Sosyalist ülkeler yıkılınca da ’tarihsel gereklilik’ yorumu yinelendi. Demek ki tarih yüzyıldan yüzyıla, hatta onyıldan onyıla değişikliklere uğruyor.
Nataşaların yokoluşu da bir gün ’tarihsel gereklilik’ diye değerlendirilecektir.

Artvin üzerinden Hopa’ya gideceğiz. Yollar çetin ceviz. AÖ’nün çok dikkatli olması gerekiyor. Virajların sayısını akılda tutmak olanaksız. Yavaş ta olsa yol alıyoruz. Tepedeki bir virajı döndüğümüzde, sağ tarafta ağaç yüklü bir 40 tonluk kamyonun yana yatmış, devrilmiş olduğunu saptıyoruz. Aşağıda, graydere benzeyen bir traktör, Yardım etmeye çalışıyor. AÖ, yokuş aşağı inerken daha da özenli kullanıyor. Devrilen kamyonu geçtikten sonraki yokuşta bir viraj daha. Yolun kar kaplı olması da bir başka sorun. Yolun yarısına güneş vurmuş. Oralarda kar yumuşak. Güneşin ulaşamadığı, yolun yarısı buz tutmuş.
Karşı dağlara sis çökmüş.
Ben ön tarafta oturuyorum. Ve donuma yapmak üzereyim. Bir kaç saniye minübüs AÖ’nün kontrolünden çıkıyor. Kaymaya başlıyoruz. Artık minibüs kendi başına karar veriyor. Kayıyoruz. Saniyeleri, dakikaları, saatler geçmiş gibi algılıyorum. Sonunda AÖ’nün deneyimi ile kurtarıyoruz… herkeste bir sevinç.

Artvin’den sonra yollar temizlenmiş. Sorunsuz gidebiliyoruz.



NBC Hopa kıyılarında

Tüm bunlardan sonra vakit geçirmeden deniz kıyısına inmeye karar veriliyor.
Fikir, eyleme geçirilmezse neye yarar? Ruhsuz bir gövdeye, kokusuz bir çiçeğe benzemez mi?
Orada, kıyıda ne de olsa hava yumuşaktır.

Deniz kıyısına geldiğimizde, şaşkınlığımı gizleyemeyip, yüksek
sesle, Ha…. ittir, diye bağırıyorum.
Denizin içine otoban yapmışlar. 30 yıldan fazla oluyor buralara gelmeyeli. Epey de büyümüş.
Hopa, anılarımda minik bir kasabaydı. Kıyıda, sisli-puslu denize ulaştığımda, dağda geçirdiğim o heyecanlı anları hemen unutuveriyorum.

Su, özellikle deniz suyu beni çok dinlendirir. Sis ve yağmur bile kıyıda saatlerce durmamı engeleyemedi, engelleyemez. Kıyıda herkes kendi başına. Fotograflarını çekiyorum. Bir sigara daha tellendirip, ufukta birşeyler görmeyi arzuluyorum.

Sahil yolu otoban. Yaya geçidi yok. Belki henüz yok. Karşıya, dükkanların olduğu tarafa geçiyoruz. Hemen bir işkembeci gözüme takılıyor. AÖ ve NBC’de geldiler. Çorba içmeye herkes razı. Bol sarımsaklı işkembeye, kelimenin tam anlamıyla: yumuluyoruz!
Oturduğumuz masanın karşısındaki duvarda bir yazı var. Hemen not defterime aynen kaydediyorum:
’’Aklın varsa ye işkembe
Dünyayı seyret tos pembe
Kırkından sonra sarımsak kat
Salı-Çarşamba-Perşembe’’
İmza: Usta
Trabzon’a geldiğimizde hava gine kararmıştı. NBC geceleyeceği otelde odasını önceden ayıtrmış. Gidilecek adres belliydi. Pek zorluk çıkmadan oteli bulduk. O’nunla birlikte olduğumuz son saatlerdi.
O, bir sonraki gün uçakla geri dönecekti. Lobide birer kahve içtikten sonra, turumuzun başladığı Istanbul’da buluşmak üzere vedalaştık.
O’nu otele bıraktıktan sonra AÖ’nün bildiği diğer bir mekana gideceğiz: Çoşardere.

Kolat Dağlarını aşıp, Maçka’dan sonra, Sumela’ya yakın bir yerdeymiş. Yolda ilerlerken, AÖ bana şayet bu mekan açık ise, hayatımın en güzel yemeklerini yedireceğine sözveriyor.
Çoşardere’ye vardığımızda, sezon olmadığı için, bu mekan sanki kapalıymış gibi görünüyor. Arabanın sesini duyan orta yaşlı bir erkeğin bize doğru geldiğini görüyoruz. AÖ ile tanışıyorlar. Adı Şahin. Hemen içeri alınıyoruz. AÖ ile sohbete dalmışlar.
Mutfaktan yemek kokuları geliyor. Ben balkona çıkıp bir sigara tüttürüyorum. Yüksek dağların arasında, uzaklardan su sesi duyuyorum. Çoşardere bu olmalı…
İçerden çağrılıyorum. Masa donatılmış. Neler yok ki? Mısır çorbası, mısır ekmeği, salata, lahana dolması, hamsili kaygana ve tabii: KUYMAK. Afiyet olsun. Zevkle yedim. Tadı hâlâ damaklarımda!
Yemekten sonra, AÖ bu tesisin bahçesinde minibüsün içinde gecelemek için, Şahin’in olurunu alıyor.
Dağlar, vadiler, ormanlar, insanlar, hayvanlar, köyler, kasabalar, herşey sesizliğe bürünmüş.
En güzel uykularımdan birini burada gerçekleştiriyorum.


13. GÜN: SUMELA MANASTIRI































Manastır’a çıkarken...



ve ilk gördüğüm an.


Sabah kahvaltısından sonra Sumela’ya gideceğiz. Şimdiye dek sadece fotograflarından, okuduklarımdan tanıyorum. AÖ, en az birkaç kez görmüştür… Bana ’özel mihmandarlık’ yapıyor.
Çok fotograf çekiyoruz. Özellikle freskler çok büyüleyici. AÖ’nün ise ’özel bir ilişkisi’ var. Kendisi anlatırsa mutlaka dinlemek gerek. Bir kısmını bu uzun yolculuklarda dinledim.
Bu manastır bana, anlatmakta güçlük çektiğim duygular yükledi. Günün birinde…


Uschi’ye gönderilmeyen mektuplardan:

Sevgili Uschi,

Sumela Manastırına çıktık. Hem de yaya. Zaten başka olanak yok. İnanmayacaksın, biliyorum. 1200 metre yüklekliğe ben de yaya olarak çıktım. 

Faust’tan bir cümle açıklayabilir mi, içinden bulunduğum bu durumu?
(Ich will hoffen, Hoffnung siegt.) ’’Umutlanmak istiyorum, umut galip gelecek!’’
Her yer kar ile kaplı. Ancak muhteşem bir yeşillik olduğunu anlamakta zorluk çekilmiyor. Günün birinde, iyi hava şartlarında da gelmek gerek. Belli bir alana dek minibüs ile gittik. Sonrasında, sık çam ağaçlarının arasında yürüdük. Yol sanki bitmek bilmiyordu. Adlarını bilmediğim derelerin çağıltısını duyuyordum… 
Bir ara AÖ, ’’şaşırma, şimdi manastırı göreceksin!’’ dedi. 
Dalları karla kaplanmış çam ağaçlarının dalları arasından manastırı ilk gördüğümde, sani bir düş durumundaydım. 
AÖ, buranın da öyküsünü çok iyi biliyor. O’nun anlattıkları ile, düşlerden ayrılıp, kayalara oyulmuş bir başkasının rüyalarını izliyorum. 
Manastıra ulaştığımızda, freskler insanı bambaşka büyülüyor. Aralarındaki boşluklar, tahripçilerin el izlerini anımsatıyor. Restore edilmiş. İyi mi, kötü mü fikir belirtebilmem imkansız…
Tanrıyı ararken insanlar bu türden mabedler yapmışlar. Gidebildiğim tüm ülkelerdeki inançların mabedlerini gezdim. Demek ki, insanların arzuları neyse, tanrıları da öyle… 
Manastır hakkında orada edindiğim bilgileri anlatmama gerek yok. Bilgi çağında yaşadığımıza göre, bu manastır hakkında da bilgilere ulaşmak zor olmaz. Yunanistanda gördüğümüz manastırları anımsatıyor. Onlar gibi yükseklerde, onlar gibi gizemli. Onlar gibi muhteşem. 
Fotografçı olarak şunu biliyorum. Ülkeyi tanıtmak amaçlı fotograflarda, bu manastırın fotografları hep kullanılır.
Bana gelince: Yorgunluk. Hem beynim hem de gövdemi çok yordum. Ama bildiğin gibi, ben gezerken dinleniyorum. 


14. GÜN: GİRESUN, ORDU, ÜNYE’DEN NİKSAR

’’Mola vermek yok! Dinlenmek yok!’’



Karadeniz kıyısında fazla oyalanmadan geri dönmek üzere hızla ilerlemeye çalışıyoruz. Yolumuz üzerinde bulunan güzel beldelere ayırıbilecek vakit yok. Öylesine bir bakıp geçmek te haksızlık olurdu. ’’Bir başka tur bu yörelere yapılmalı!’’ diyorum AÖ’ye.
Onaylıyor.
Bu nedenle, Tirebolu, Giresun, Ordu, Perşembe, Fatsa ve Ünye gibi türküleri de dillerden düşmeyen kentleri, kasabaları rüzgar gibi aşıyoruz.
Hava kararmak üzere, Karadeniz’den ayrılmış, dağlara yönlenmişiz. İlk rastladığımız kasabanın (ya da köyün) meydanın da AÖ’nün düşüncesine göre kalabileceğimiz bir yere park ediyoruz. Parkettiğimiz yerin karşısında bir kahvenin sızan ışıklarını görüyorum. Buğulanmış camlarında gölgeler dans ediyor.
Arabanın içerisinde hiç çıkmadan, hatta sigara ,çmek için bile çıkmadan (AÖ, çıkıp bir keşif yapmış olabilir) uyku tulumunun içerisine dalıyorum. Gerçekten yorulmuşum…

Sabah uyandığımızda, minübüs yarısına dek kara saplanmış gibi. Halbuki bir gece önce hiç kar yoktu. Farketmemişim. AÖ, bu durumudan kurtulmak için çareler aranırken, ben ise kahveye gidiyorum. Kahvaltı gerekiyor. Kahvede simide benzer şeyler var. Tabii çay da. İçerisinde talaş yakılan bir sobanın başına üşüşüyoruz. AÖ de geliyor. Sobanın başında bulunan, oralı olduklarını anlatan adamlar, buranın Akkuş Kasabası olduğunu, büyükcene bir kağıt fabrikasının olduğunu anlatıyorlar…

Minibüsün yanına gidiyoruz. Çevresindeki karları temizledikten sonra, AÖ’nün yönetiminde lastiklere kar zincirleri takıyoruz.

Yola devam.

Ancak yol falan göründüğü yok. Yol kenarında herhangibir işaret te göremiyorum. AÖ’nün tecürbesi ile, yavaş ta olsa yol alıyoruz. İlerliyoruz. Karşımızdan gelen, içerisi insan dolu ’Halk Minibüsleri’ ise, yarışıyorlar gibi, tasavvur edemiyeceğimiz hızlılıkta ya karşımızdan geliyorlar, ya da bizi sollayıp gidiyorlar.
’’Onlar bu yolları iyi biliyorlar!’’ diye birbirimizi yatıştırıyoruz.

Bir süre sonra Niksar gözüküyor.
Durmuyoruz.
Karşı dağa çıkınca, ovanın manzarasına büyülenerek, fotograf çekmek için duruyoruz.
Artık tek hedef var: Avanos’ta geceleyeceğiz.
Zaten ne Tokat ne de Sivas bir saatte algılanabilir. Başka bir tur da buralara yapılacak.


Kapadokya - AVANOS’TA



Gecenin geç saatlerinde Avanos’a geldik. AÖ, daha önce telefonla Arif’i (AÖ’nün çırağı) arayarak sobayı yakmasını rica etmişti.
Sıcacık eve girmek ne büyük mutluluk!
Üç gün sonra duş yapabilmek…


BİR GÜN SONRA

Aylaklık. Bugün aylaklık yapacaktık. Zaten filmler bitmişti. Gene de rahat duramadım. Fotografçı dükkanına gidip, üç adet renkli negatif film aldım. Slayt film zaten yoktu.

Avanos sokaklarını gezerek, ’fotograf ile aylaklık’ yaptım.
Eve döndüm.




Filmler kayda geçirilirken.

AÖ, kahvemi pişirmiş, servisini yapmıştı.
Filmleri bir kez daha elden geçirerek, gerekli bilgileri gözden geçirdim. Benim bu durumum digital çalışan AÖ’nün zevkle çektiği motiflerden biri olmakta gecikmedi… Onlar, anında çektikleri her fotografa bakabilmişler, ne yapacakları hakkında gerekli kararlarını almışlardı. Ben ise sonuçları görmek için sabırlı olmak zorundaydım…



AÖ ile ortak aylaklık.

Gece Ürgüp’e gitmeden önce AÖ ve Avanos’taki yardımcısı Arif ile birlikte ’fotografçı aylaklığı’ yaptık. Sonra bu aylak tavrımızı bilardo oynayarak sürdürdük. Bir berbere gitmeyi de ihmal etmeden, aylaklık gününü noktaladık.



Ürgüp’te bir salonda bilardo…


Ertesi gün Istanbul’a uçaçağız.






ISTANBUL

AÖ, daha Avanos’ta iken Beşiktaş’ta bir labaratuvara telefon ederek geleceğimizi, benim fazla vaktim olmadığı için, filmlerin ivedi olarak banyo edilmesi gerektiğini, bize vakit ayırmalarını rica etti.

Uçaktan iner-inmez bir taksi ile Beşiktaş’a giderek filmleri teslim ettik. Akşam üstü filmler getirildi.

AÖ ve NBC digital çekim yaptıkları için onların fotograflarına hergün bakabiliyorduk. Benimkilere ise ilk kez bakacaktık.
AÖ’nün ışıklı masasında teker teker tüm slatlara üçümüz de baktık.
’’Turu en iyi anlatan fotografı çekilmiş miydi?’’
Bu gezide fotografı zeten ikinci plana iteleyen benim içinse, anı fotograflarının değeri daha önemliydi.


Göç Çocukları ’Almanya’nın üzerinde bir hayalet dolaşıyor.: Entegrasyon!’   ’Birinci Nesil’, ’İkinici Nesil’ ya da ’Üçüncü Nesil’ veya hâlen...