Sonntag, 13. Oktober 2019



Mehmet Ünal

YÜCE ve YALNIZ

Metin Çavuş’un fotoğraf kitabı hakkında

         Artık fotoğrafsız ’merhaba’ bile denilmeyen bir çağdayız. Akıllı telefonu olan rastladığım herkes, ’Abey biz de fotoğraf çekeriz, yani!’ demekte. Fotoğraf cephesinde durum böyleyken, sanat dünyasında günümüzde yapılan sergiler, genellikle sanat adına yapılan şamatadan (Alm. Der Spektakel) öte geçemiyor.

İşte böyle zamanlarda, bu gibi mütevazı çalışmalara (kitaba) rastlamak büyük bir şans olarak ele alınmalı... Zaten ülkemiz insanlarının fotoğraf ile ilişkileri bir sorun olarak ortada durmakta... Kurumlar var gibi görünse de, amatör fotoğraf dernekleri ve günümüzde bir çığ gibi büyüyen hobi kursları ve aparat pazarlayan firmaların oluşturdukları eğitim kursları almış başını gidiyor... Fotoğraf yayıncılığı konusunda durum farklı mı?

 

         Bir dizi nedenlerle, Metin Çavuş, sessizlik içerisinde koyulduğu bu içsel yolda, belki artık sınırlı bir insan topluluğunun ilgisini çeken, İstanbul Surlarına Bir Yolculuk gerçekleştirmiş... ( Belki de bu nedenle kitabın kapağına adını koymamış. Hatta kitabın içerisinde ve/veya arka kapağında vesikalık bir fotoğrafı da yok. Bu bilinçli bir tercih olmalı.)
Günümüz İstanbul’unda surlar ne denli hayatın içinde? Şu an bu kentte yaşayanların ne kadarı bu surlardan haberdardır?   Bilmeyenlerin çoğunlukta olduğu söylenebilir. Kentin nüfusu günümüzdeki çift rakamlı sayılara ulaşmadığı yıllarda, Avrupa yakasında yaşayan bizler bu surların neredeyse her gün farkına varırdık. Surlarda bulunan 50 kadar kapının birinden İstanbul’a girer-çıkardık. Ulaşılabilen kaynaklarda, İstanbul Surlarının uzunluğunun 22 kilometre olduğu belirtilir. Bunlar Haliç Surları, kara surları ve Marmara Surları diye adlandırırlar. Günümüzde İstanbul epey genişledi. Dağ-taş İstanbul. Hâlbuki çocukluğumda Surdışında oturanlar olarak bizim için asıl İstanbul Suriçiydi. “İstanbul’a gidiyoruz!“ denilirdi.

         Oldum olası İstanbul Surlarının her köşesinde kendine ait bir yaşam mevcut olmuştur. Haliç Surlarında bir başka yaşamlar, Haliçten Yedikule’ye dek uzanan bölümde farklı yaşamlar gözlemlenir. Cankurtaran Semti tarafında başka yaşamlar, başka dinamikler... Daha fazla bilgi edinilmek istenirse, buraları gezmek, o atmosferi koklamak gerekli olacaktır.

         Bu kitaptaki fotoğraflara aslında kentimizin önemli bir parçası olan kent surlarımızın perişan hallerini izlerken, ne denli ’yalnız’ bırakıldıklarını, evet yok olmaya terkedildiklerini saptıyoruz. Deprem vs. nedeniyle surlardaki çatlaklara ve kısmen yıkılmış olmalarına karşın, zar zor ayakta durmaktadırlar. Bazıları hâlâ ayakta kalabilmişler... Evet, Türkiye’nin güncel yaralarından biri de tarihe sahip çıkmamaktır.

         Yüce ve Yalnız adlı kitapta, Metin Çavuş’un kare formatta çekmiş olduğu 36 fotoğraf yer alıyor. Derin bir sessizlik içerisinde kısmen kaderlerine terk edilmiş İstanbul Surlarında, günümüze bakarken, geleceğe dönük izlere rastlıyoruz.

Siyah-beyaz bu fotoğraflar sanki bir zamansızlık içerisinde tespit edilmişler. Fotoğraflarda insan olmaması bilinçli bir tercih. Mekân önem kazanmış... Belki de günün birinde bu surlar yeni restorasyonlarla, yüceliğini kaybedecek, anlamını tamamen yitirecek... (Ülkemizde restorasyon anlayışı üzerine uzmanlar yazıp-çiziktirsinler.) 
Bu kitapta ’şok fotoğraflar’ aramak beyhudedir. Tümünde sessizlik, sükûnet, yalınlık ve yalnızlık mevcuttur. Çünkü yolculuk yalnız yapılmıştır. Tek yoldaşı elindeki fotoğraf aygıtıdır.

         Metin Çavuş, kişisel hayranlığını yansıtmak için bu projeye başlar. Her ne kadar, “Yaşadığım bütün bu deneyimler bir belgesel fotoğraf çalışmasına dönüşmedi.“ dese de, bu fotoğraflar surların uzun hikâyelerinin bu bölümünde, birer belge niteliği taşıyor. Çünkü hangi amaçla çekilirse çekilsin, photoshop cambazlıklarına başvurmadan üretilen, doğrudan fotoğraflar, aynı zamanda birer belgedir.

Kitabın Künyesi:
Metin Çavuş
Yüce ve Yalnız - İstanbul Surlarına Bir Yolculuk
Özyeğin Üniversitesi Yayınları
Birinci Baskı, 2019


Tire, 13 Ekim 2019

Donnerstag, 2. Mai 2019


Mehmet Ünal

AKINTIYA KÜREK...

Cengiz Akduman
PANATOLIA Fotograf Albümü

Kitap geleli epey zaman geçmiş...
         Geldiği günden beri bu kitap üzerine düşünüyorum... herkes biliyor: Fotograf kitapları yayınlamak kolay bir şey değil. Hele sayfalarında fotograftan başka, bir kaç satır açıklayıcı cümleler hariç, olmayan bir yayın hevesine girmek neredeyse olanaksız. Ülkemiz dışında da kolay değildir. Yayınevi satmak ister. Ve bu isteğinin dışında bir düşünce geliştiremez. Yayın politikasının özü budur. İçerik en geriden gelen bir hayalettir. “Popüler“olan birinci sıradadır. Popüler olmayana ise sıra gelmez. Daha ileri gidersek “yok“sayılırlar. Ki, popüler olanın da, garantisi yoktur. (Ara Güler’in ’Işlık Çalan Adam’ sergisi 2018 yılında açılmış, aynı işimde bir de katalog yayınlanmıştır. İkibin adet basılan kitabı, sergi açılışının üzerinde altı ay geçmesine karşın, siparıs ederek edinebilmiştim. Yanı Ara Güler gibi tanınmış bir isim bile, kitabın satışını arttırmamış...)
Bu düşünce dışında, farklı yayınevleri olabilir. Ancak bu işin nasıl bir ticaret olduğunu ve bu işin hacmini en iyi Frankfurt Kitap Fuarını ziyaret edenler bilirler. Kitap yayınlamakta, diğer bir tavır ise “kafa-kol“ ilişkileridir... Bu ilişkisi olmayan gönderdikleri çöp kutusuna yönlendirilir. Yanıt bile verilmez. Ayrıca yayınevlerinin, gönderilen bu eserleri değerlendirecek altyapısı sınırlıdır. Personel gerektirir. Masraf çıkartır ve getirisi yoktur.
         Cengiz Akduman, daha kitap yayın aşamasındayken, Yine bir delilik yaptım bir kitap projesine giriştim.“ Diye yazmıştı. Maalesef ülkemizde fotograf albümleri, projeleri DELİLİK’tir. Klasik deyimle: “Don Kişotluktur.“ Cengiz daha başlangıçda böyle bir tavır almıştır. Ve kimse bunun neden böyle olduğunu merak etmez; ya da sohbeti geçiştirir. Yayınlandıktan sonra da methiyeler, (Face dilinde) “Like“ler bitmez tükenmez. Ancak satın alanların sayısı, Cengiz’in de söylediği gibi: Benim kitabı likelayanların hepsi alsaydı şimdi 3 ncü baskıya girmişti üç kitapta.“
Düşünelim: Ana malzemesi ’görmek-göstermek’ olan bir mecranın, basılı görsel malzemelerinin çok kısıtlı olduğu bir ülkede, bakmak/görmek isteyenlerin sayısı da epey kısıtlı. Yeni nesil ise, haksızlık yapmak istemem, WEB’de izledikleri ile yetinmekte... bizler bir fotografı ya da onun basılı başka bir malzemesini karşımıza almadan, o kadar iyi anlayamıyoruz...
Bir başka örnek: Kendi kitabım ’Yaşamın Aynası Fotograf’2012 yılında 1000 adet basılmıştı. Hâlâ, web üzerinden satış yapan sitelerde bulunabiliyor... Ülkemizde ortalıkta dolaşan ve kendilerine fotografçı diyenlerin sayısına bakarsak epey üzücü bir durum... Bakmak/görmek kültürünün yanısıra okumak kültürü de içler açısı... bir tanıdığım “çölde vaha arıyorsun“demişti. Haklı! 

Gelelim Kitaba

PANATOLIAalbümündeki bu fotograflarının bir kısmını 2010 yılında gerçekleşen “Panİstanbul“sergisinde görmüştüm. Beyoğlu’nda bir galerinin duvarlarında asılıydılar. Açılış akşamları meraklısı bol oluyor. Ve fotograflardan çok büfede bulunan renkli şişeler ve yiyeceklere rağbet  duvarlarda asılan fotograflardan daha fazla...
Kitap hakkında, içerisindeki fotograflar hakkında söz söylemek bana düşmez. Cengiz’in kişiliğine yakışan bir ürün raflarımızda yerini alıyor. O zaten kendini yenileyen, kendini aşmaya çalışan yapıcı bir bireydir. Karşılaştığı gerçeklere sırt çevirmemiş, zamanımızda kendine göre 
bir yer seçmiş, fotografta taraf almıştır.
Bu kitabın sayfalarını çeviriken, her sayfasına dikkatle, özenle baktım. Okumalar yaptım. İlk kez tanışma fırsatı bulduğum fotograflara bakarken şaşırdım...

Akıntıya kürek
         
Evet, içinde bulunduğumuz koşullarda fotograf 
adına yaptıklarımız, “Akıntıya kürek çekmek.“Olabilir. Başlamışız, sevmişiz, bir kere...  Bugün içinde bulunduğumuz, kısıtlı da olsa, bu yazıda değindiğim girdabın içerisindeyiz. Bu durum bana umutsuzluk vermiyor. Bize ustalardan çok çırakların gerekliliğine hala inanıyorum. Yaşadığımız coğrafyanın insanı duyarlıdır. Şu an insanlarımız, içinde bulunulan koşullar nedeniyle bir yabancılaşma-yalnızlaşma içerisindedirler. Bazen kıyasıya eleştirdiğimiz bu insanların da günün birinde doğruyu, gerçeği bulabileceklerine inanıyorum.
         Süslü-püslü bir kitap tanıtma yazısı olmadı. Farkındayım. Şayet okuyan biri çıkar sanısıyla, içten 
minik bir eleştiri-özeleştiri gerçekleştirmeye çabaladım.
Yazar Tomris Uyar, 28 Mayıs 1988 tarihli Güneş gazetesindeki şöyleşisinde, “Yazmak metodlu bir delilik“demiş. Cengiz için bunu şöyle değiştirsek: “Fotograf çekmek, albüm yayınlamak metodlu bir deliliktir.“Umarım bana kızmaz. Zaten günlerce, haftalarca, aylarca, “Bir delilik yaptım!“dememişmiydi...
Abidin Dino Ara Güler hakkındaki yazısında, ’Bana Göre Ara’ başlıklı yazısında, “Fotoğraf hem tarih, hem şiirdir.“Demiş. Sevdim!


Kitabın künyesi:
Cengiz Akduman
PANATOLIA 
Kendi yayını, Suadiye, Istanbul 2018
Baskı: A4 Matbaacılık, Istanbul




Mittwoch, 24. April 2019

Bir Kitabın Anımsattıkları


Mehmet Ünal

Bir Kitabın Anımsattıkları

Koç Üniversitesi Vekam Yayınları tarafından kısa bir süre önce 
yayınlanan “Ankara’da Okul Çağında Ev Geçindiren Çocuklar“
isimli kitap beni pek hüzünlendirdi. Üstelik  sulu gözlü birisi
olmam nedeniyle de epey ağlattı...
Recep Cengizkan 1911, ben ise 1951 doğumluyum. Çocukluğumuzda 
yaşadıklarımız ise neredeyse aynı şeyler. Satıcılık, geçim sıkıntısı, vb...
Öte yandan bu kitap bana düşüncelerimde yalnız olmadığımı  
anımsattı: Özellikle, insanın en iyi bildiği, kendine en yakın konular 
hakkında ürünler vermesinin, daha özgün, daha içten, samimi bir 
tavır  olacağını... 
Bu çalışmayı, günümüzde ’sosyal sorumluluk projeleri’ diye 
isimlendirilen çalışmaların ilklerinden biri sayabiliriz.

O zamanlar, henüz çiçeği burnunda olan Gazi Eğitim Enstitüsü 
Resim-İş Bölümünün ilk mezunlarından biri olan Recep Cengizkan, 
Ankara’da gözlemlediği bir durumu araştırarak, fotograflayarak bitirme 
tezini yazıyor ve 20 Mayıs 1935 tarihinde teslim ediyor.
Kendi çocukluğu ile birebir eşleştirdiği tezin konusu, zaten kendi 
yaşamından kaynaklanmaktadır. Bildiği, tanıdığı, yaşanmış bir durumdur. 
1911 yılında dünyaya gelen Cengizkan, ilkokul çağlarından başlayarak, 
o zamanlar içinde bulunduğu bu topraklardaki kendi yaşam mücadelesi 
ile giriş yaparak tezine başlar. O yıllarda, zorunlu olarak, çocuk işçiliği, 
sokak satıcılığı yapmaktadır. Baba savaşa gönderilmiş ve ondan haber 
alamamaktadırlar. Geçim sıkıntısını hafifletmek için önce kibrit daha 
sonra da abeyi ile birlikte simit satmışlar, annelerine, destek olmuşlardır. 
Günün birinde baba ansızın savaştan dönmüş ve Cengizkan’ın okula 
gitmesi için engel de ortadan kalkmıştır. Cengizkan, marabalığa devam 
etmiş, kendi masraflarını, çalışarak elde etmiş, para biriktirmiştir. 
Orta mektebe gitmesiyle birlikte çalışma hayatına da son vermiştir. 
Okullarını başarılarla bitirerek, en son mezun olduğu Gazi Eğitim 
Enstitüsü’nde daha sonra hocalık yapacaktır. 

Kitabın sunuş yazısında Filiz Yenişehirlioğlu, bu çalışmayı şöyle 
açıklamıştır:
“Çalışmanın en özgün yanlarından biri çocuklarla yapılan karşılıklı 
görüşmelerdir. Altı-onaltı yaşları arasında seçtiği çocuklarla görüşen
 yazar, özellikle ailevi durumları, babalarının mesleği gibi konuları 
araştırarak, çocukların kişilik gelişiminde etkin olabilecek aile yapısını 
sorgulamıştır. Daha sonra çocukların arkadaş edindikleri muhitler, 
yaptıkları işler, eğitim ve kültürel alanlarla ilişkileri, yaptıkları işler, 
eğitim ve kültürel alanlar ile ilişkileri, yaptıkları işin onların üzerindeki 
etkisi gibi konular üzerinde durarak, bir eğitımci olarak çocukların 
gelişimlerinde önemli olan etkenleri belirlemeye çalışmıştır.“

Yazar tezinde, çocukların o yıllarda içinde bulundukları somut durumu 
Saptamış, araştırmış, fotograflamış ve bazı önerilerde de bulunmuştur. 
Ülke savaştan henüz çıkmış, içinde bulunduğu tüm durumlara karşın, 
“yüzbinlerce Türk çocuğunu bu günkü sefaletten kurtarmak...“
gerekmektedir.
Ankara kenti ile sınırlanan bu çalışmada, aynı zamanda ülke genelinde 
elde edilebilen çocuklar hakkında bazı istatistikler de biraraya getirilmiştir. 
O yıllarda hapishane ve tevkifhanelerin durumunu incelemiş, suçlu çocukların 
sayısı ve hangi kentlerde olduğunu belirtilmiştir.

Kitabın ikinci bölümü ise, yazarın yaşamöyküsüne ayrılmıştır. Bu bölümde 
yazar, bu konuyu seçmesinin nedenini şöyle açıklıyor: “Bu mevzuu alışımın 
sebebi: mektep yaşında küçük satıcıları satıcılığa sevkeden sebebleri bu 
hayatı on-oniki seve evvel bizzar yaşamış bulunmaklığım dolayısiyle başka 
mevzulara nazaran daha yakından tanımış olmaklığımdır.“ 
Yaşamının kronolojik sıralamasında, açıklamalar eşliğinde yazarın 
yaşamından fotograflar bulunmakta; hakkında yazılanlar yer almaktadır. 

Ülkemizde hȃlȃ çocuklar çalıştırılmaktadır. Çocuklarımıza sahip 
çıkmanın erdemli bir düşünce olduğunu ne zaman anlayacağız? 
Bazı insanlar “Ağaç yaş iken eğilir“ diyorlar. Yani çocukların 
çalışmalarına ve çalıştırılmalarına gönül vermişler, veriyorlar. 
Demek ki Cengizkan’ın 1935 yılında yapmış olduğu tespit: 
“Gerçi bizde çocukları himaye fikri vardır, fakat henüz temamiyle 
kuvvetli fikir haline gelmiş değildir. Daha ziyade zihnimizin yüzündendir.“
Demek ki biz yetişkinlerin zihni, yazarın bu tespiti üzerinden seksendört 
yıl geçmesine karşın, henüz bir gelişme göstermemiştir. 

Bu kitabı özellikle ’unutmasını beceremeyen’lere önermek istiyorum.
Ülkesini seven, ilkesi kültür, bilim, akıl ve ahlak olan bireylere 
gereksinim var. Bu kitapta rastladığımız, cumhuriyetimizin 
ilk yıllarındaki insanlar gibi ülkülerimizin (ideallerimizin) peşinden 
ayrılmamamız gerekiyor.


Recep Cengizkan
“Ankara’da Okul Çağında Ev Geçindiren Çocuklar“
Yazarın Yaşam Öyküsü ve Eserleriyle
Editör: Ali Cengizkan

Koç Üniversitesi VEKAM Yayını
1. Baskı, 2019
ISBN: 978-9388-16-0


23/24 Nisan 2019


Mittwoch, 13. März 2019

Mehmet Ünal



Neden Fotoğraf? 










En çok karşılaştığım sorulardan biri: Neden fotograf çekiyorsun? oldu. Fotograf konusunda, sorulan sorular kadar düşündüm mü? bilemiyorum... Ancak, artık fotograf üzerine, daha doğrusu benim fotograf anlayışım üzerine konuşmanın, bir kaç satır yazmanın zamanı geldiğine inanıyorum. 
Bu soruya kısa ve kesin bir yanıt verebilmem olanaksız. Çocukluğumda, gençliğimde fotografı çok az çekilenlerdendim. Parasal konumu bizim gibi kısıtlı olan ailelerin fotograf makinelerinin olabilmesi, pek kolay olmadığı gibi, kentin fotografçısına gidip, fotograf çektirebilmek de pek sık rastlanılan bir olay değildi. Diğer bir deyişle: Fotograf çektirmek belli bir “Lükstü”. Bu nedenle, benim çocukluğumdan ya da gençliğimden kalma fotograflar çoğunlukla, resmi daireler için gereken vesikalıklardan ibaretti. Annemin zorlamasıyla, ben ve erkek kardeşim minikken bir de “haftalık” denilen tarzda fotografımız çekilmişti. Haa bir de, ilkokulda kendi sınıf öğretmenim ve sınıf arkadaşlarımla çekilmiş bir “hatıra fotografı” vardır, albümümde. Bu ve başka nedenlerle, bir çok fotografçının özgeçmişinde bulunan, ’’on iki yaşında babası ilk fotograf makinesini hediye etti’’ diye bir tümceden yoksunum. (Ayrıca bunun belirtilmesinin anlamını da hâlâ anlamış değilim.) 
Fotografa yönelmemin bir nedeni bu durum olabilir mi? Ya da Federal Almanya’ya geldiğimde kendimi anlatabilmenin bir yolu muydu fotograf? Kendini anlatabilme diye bir sorunum mu olmuştu? Belki evet! Çünkü, ben Türkiye’deyken izine gelen “Almancıların” görüntüleriyle, buraya geldiğimde saptadığım görüntüleri arasında “dağlar” kadar fark olduğunu gördüm. “Misafir Türk İşçilerinin Yaşamı” Türkiye’de gördüklerimle, onların bana Türkiye’de anlatıklarıyla çelişiyordu. 
1976 yılında bulutlu, yağmurlu bir Kasım günü geldim F. Almanya’ya. Bana: “Almanya’ya neden geldin?” diye sorusunu bir sergimde: “Aşkımın peşinden geldim!” diye yanıtladım. 
Sevgilim (eşim), oturduğumuz konutu işe gitmek için sabah saat sekizde terk etmek zorundaydı. Bir işte çalışmadığım için evde yalnız kalmak zorundaydım. Oturduğumuz apartmanın arkasındaki ormana, yalnızlığımı gidermek için, kaç kez geziye çıktığımı artık anımsayamıyorum. Bu yalnızlığımın sürekli farkında olan eşim, ilk aldığı yılbaşı ikramiyesi ile bana, üç objektifi ile bir fotograf makinesi satın aldı. Tabii film de getirmişti. İşte fotograf böyle başlamıştı. İlk günlerde belli bir motifin peşine takılmıyor, önüme ne çıkarsa fotograflıyordum. Ayrıca bu aygıt, Türkiye’deki aygıtlarımdan daha yetenekliydi. (Yetmişli yılların başlarında, oturduğumuz kente izin yapmaya gelen Polonyalı turistlerden Rus malı bir aygıt satın almıştım. Zorki ve Zenit.) Bunlar sağlam ama, kullanması güç makinelerdi. Vizörleri genellikle karanlıktı. O zamanlar da amaçsız çekimler yapıyordum. Fotograf diyebilmek güç, güzel anılar olarak hâlâ saklarım onları... 
Daha sonra bir Londra maceram var. İlk iyi fotograf aygıtımı ve karanlık oda alet ve edevatlarını orada satın aldım. Yasica aygıtın üç adette objektifi vardı. Agrandizör Rus malı ve çantası aynı zamanda masa olarak kullanılıyordu. (O tarihlerde müthiş güzel bir fikir, diye düşünmüştüm.) 
Daha çok özel fotograflar çekiyordum. Konutumu paylaştığım, Bakırköylü, başarısız şair arkadaşım Cemal ile, kendimize göre bazı denemeler yapıyorduk. (Cemal’i babası istemediği bir kızla evlendirmek istiyordu. O ise başka bir kızı seviyordu. Londra’ya kaçarak, bu zorunlu evliliği önlemiş oldu.) 
İki odalı konutumuzun, bir odasını karartarak, bu amaçsız denemelerimizi yapıyorduk. Şimdi geriye yalnızca bazı güzel anılar kaldı. 
(Fotografın önemli bir yanı da bu mu olsa gerek?!) 
Okuduğum okulun sömestir tatilinde, şimdi adını anımsayamadığım, diğer bir Bakırköylü arkadaşımın, 60 model bir Mercedes’iyle, bir kış günü İstanbul’a gittim. Ailemle, kardeşlerimle yeniden buluşmanın sevincini yaşarken, hem mahalle hem de asıl mesleğim olan tiyatrodan arkadaşlarımla buluştum. Bu arkadaşlarım bir tiyatro gurubu kurmak üzereydiler. 

Sonra ne oldu? 
Kamera ve karanlık oda aletlerini satarak, ilk oyunumuzun dekor masraflarını karşıladık. Ve artık İstanbul’da kalmak anlamını taşıyan bu girişim, Londra’ya geri dönmemi engellediği gibi, amaçladığım tahsilimi de yarıda bırakmama neden oldu. 
Aynı günlerde mahallemizden iki arkadaş, iki abimiz, (Mustafa ve Ender), İstanbul Tıp Fakültesi’nde bir fotograf atölyesi kurma girişimindeydiler. Bana anlatılanlara göre, bakanlıktan henüz bütçesi çıkmadığı için, okuldaki hocalar, fotograf atölyesinin açılmasını özel gelirlerinden desteklemişlerdi. Tiyatrodan geri kalan zamanlarda sık sık oraya gidiyor, onlara yardım ediyordum. Bu ikisinden fotograf konusunda çok şey öğrendim. (25 yaşında biri olarak çıraklık yapıyordum.) 
Karanlık oda ve stüdyo fakültenin iç hastalıkları bölümündeydi. Üniversite hocalarının derslerinde kullanmaları için röntgen filmlerinden dialar üretiyor, bunları renklendiriyorduk. Bu dersler görsel malzemelerle ilgi çekici olmaya başlamıştı. O sıralarda hazır dia filmleri bulabilmek güçtü, bulu- nanlar ise çok pahalıydı. (Türkiye’nin bu endüstri dalında yatırımı ve üretimi yoktur.) Siyah-beyaz negatif filmlere çekim yaparak, banyoda pozitif duruma getiriyorduk. Yanı sıra aynı fakültede, aynı gövdede iki cinsiyet taşıyan hastalar için bir bölüm vardı. Bu hastaların her ay fotograflarını çekiyor, hocaların uyguladıkları terapinin gelişimini takip etmesini kolaylaştırıyorduk. 
Ücretsiz olarak çalıştığım bu anları hâlâ sevinçle anımsıyorum. Mustafa ve Ender’den öğrendiklerimi başka hiçbir yerde öğrenme olanağım olamazdı. Geriye dönük düşündüğümde, o tarihlerde fotograf kimyaları, şimdiki gibi hazır satılmıyordu. Hatta doğrudan kullanmaya hazır kimyaların varlığından bile haberim yoktu.Toz halinde alınan kimyaları tartarak kendimiz karıştırıyorduk. 

Fotograf çekmek bir eğlenceydi 
Almanya’da önce yeni aldığım fotograf makinesinin huyunu-suyunu öğrenmek zorundaydım. Bu kameranın kendi ışıkölçeri (pozometre) vardı. Böyle bir makineyle hiç çalışmamıştım. (Türkiye’deki aygıtlarımın ışıkölçerleri yoktu. Filmimizi nasıl ışıklandıracağımıza, varolan ışığa bakarak karar ve- riyorduk. Bu deneylerin daha sonra bana çok faydası olduğunu tespit edecektim.) Öyküsü şöyle: Bir çekim sırasında, fotografını çektiğim bir kızcağız masamın üzerinde duran fotograf makinesine çarptı ve makineyi yere düşürdü. Işıkölçeri bozulmuştu. Buna karşın çekim yapmıştık. Önceki bilgilere dayanarak göz kararı ışıklandırmıştım. Çekim bitmişti. Hemen karanlık odaya girerek filmi banyo ettim. Yüzdesi hayli yüksek iyi, doğru ışıklandırılmış negatifler elde ettiğimde, gözle ölçtüğüm ışığın doğru kararlar olduğunu saptadım. 
Bir yanıyla fotograf çekmek bir eğlenceydi. Keşke böyle kalsaydı! Çünkü, her ne kadar bir işin derinliğine inerseniz, o denli bu işin içinden çıkmak zorlaşıyor. Diğer bir deyişle, bu işi yalnızca eğlence olarak yapmak zorlaşıyor. Ya da bendeki etkileri böyle oldu... 
Fotografta “alaylı” olduğumu çekinmeden söylerim. Bugün bile... Yukarıda anlattıklarımın dışında, fotografın ne öğrenimini gördüm ne de bir ustanın yanında çıraklık yaptım. Öğrendiklerimin bakmaktan, bakmasını, görmesini öğrenmekten ibaret olduğunu açıklamalıyım. Tabi ki arkadaşım Fuat Hendek’in dostça dayanışmasını unutmamalıyım. Fuat, Eski adıyla “Güzel Sanatlar Akademisi” mezunlarındandı. Orada ’’hocalık ta yapmıştı’’. 6x6’lık bir Japon kamerası vardı. Ancak, başka işlerle uğraşmaktan, fotografla uğraşmaya zamanı kalmıyordu. Bu durum beni daha çok desteklemesini beraberinde getirmişti. Kısıtlı da olsa, bugün bile buluşmalarımızın önemli bölümü fotograf üzerine tartışmalarla geçer... 

Fotografta benim en çok önem verdiğim durum ise, bir fotografçı diğer fotografçıya bir fotograf gösterdiğinde, onun bu fotograftan ne anladığını doğrudan söylemesidir. Tabii işin gerek teknik gerekse içerik yanını da unutmaması gerekir. İster olumlu, ister olumsuz olsun bu tipten “fotograf konuşmaları” fotograf çeken herkese umulmadık yardımlarda bulunuyor. Arkadaşım Fuat eleştirilerini benden hiç esirgemedi. Fotografta kendi yolumu bulmamda yardımcı oldu. 
Bazı örneklerinde olduğu gibi, benim yaşamım dümdüz gelişmedi. Akla gelebilen her işte çalıştım. Almanya’da “aylakçı” tanımlaması geçerli olsa da, çalışan adam nasıl aylakçı olur, diye çok düşünmüşümdür. (Çalışmak ile meşguliyet konuları ayrıca tartışılmalıdır.) 
Çalıştığım bütün işlerde, o işi yaptığım sırada çok severek yaptım. Tat almadığımı anladığım anlarda hemen o işi bırakarak başka uğraşa yöneldim. İstemediğim, sevmediğim, hoşlanmadığım işlere hiç mi hiç kafa yormadım. Henüz yedi yaşındayken, amcamın terzi dükkanında ayakçı olarak çalıştım. Bir yıl sonra okul tatilinde bir kahvede çıraklık sıraya girdi. Babamın inşaatlarında, İstiklal Caddesinde yıllarca kapalı kalan Markiz pastahanesinin mutfağında yamaklık, Kapalıçarşı’da tezgahtarlık, tiyatrolarda oyunculuk vs. sürdü gitti yaşam... Askerlik dönüşü bir de Denizyollarında telsiz zabitliğim de oldu. 
Sonra F. Almanya’ya göç...

Yolculuk Almanya’ya...
Ne yapacağını bilmeyen ben, o sıralarda gazeteciliğe soyundum. Türk veya Alman günlük gazetelerine fotograf/yazı yetiştirmeye çalıştım. Sonra bir sosyal danışmanlık dönemim de var. Şimdi ise Alman Sendikalar Birliğinde (DGB) bölge sekreteri olarak çalışmaktayım. (Beni kimse bu işimle tanımaz.) 
Ama fotograf hayatımdan hiç eksilmedi. Tam tersine, fotograf düşünmediğim, fotografa bakmadığım gün hastaymışım gibi gelir bana... 
Bir de bu “profesyonel misiniz?” sorusuna çok bozulurum. Ancak, ne zaman profesyonel olunur? diye düşünmekten alamam kendimi. Örneğin: bir ressam ne zaman profesyonelleşir? Yanıt verilemez. Ama sorunun altında yatan düşünce çok basit. “Bu işten para kazanıyor musun?” Ve para kazanılıyorsa “profesyonel”, kazanılmıyorsa “amatör” olursun. Bu tavır yalnızca ülkemize ait değil, insanların çoğu böyle düşünüyor. Halbuki, ülkemizde öyle ustalar var ki, yaptıkları evler mimarların yaptıklarından daha sağlam... hiçbir akademiye gitmemiş, o kadar çok iyi ressam veya heykeltıraş var ki... 

Daha önce de söylediğim gibi, yaptığım işi severek yapıyor, sevmediğim zamanlar ise, bir daha ilgilenmemek üzere terk ediyorum. Bence profesyonel olmanın ilk koşulu yapılan işin, severek, istenilerek yapılmasıdır! 
Sergilerimin açılış günlerinde, hangi fotograf makinesiyle çalışıyorsun sorusu o kadar sık soruldu ki, sıkılmaya başladım. Yanıtım, Nikon, Hasselblad, Leica olduğunda, gülücükler saçarak, “Tabi bu makineler bende de olsa, bende çekerim!” gibi tavırlar gerçekten sıkıcı oluyor. İyi fotografın yolunun, pahalı makinelerden geçtiği sayılıyor. Benim deneylerim ise, kameranın arkasında duran kişinin fotografı oluşturduğu, makinelerin değil. Bu tip pahalı makineleri kullanmanın tek nedeni, bozulma durumunun çok az düzeyde olmasıdır. Bizim gibi, çok çekim yapanlar için, az bozulan aygıtlar gerekiyor. Çoğunluk fotografçının yukarıda saydığım marka aygıtları kullanmasının nedeni budur! Gerisi palavra... 
Fotograf, kendisiyle birlikte bir çok sorumluluğu da beraberinde getiriyor. Bu nedenle fotograflarla, fotografını çektiğimiz kişiler ile namuslu ilişkiler içerisinde olmalıyız. Herhangi bir olay için fotografımızı, fotografladığımız kişiyi güç durumda bırakmamalıyız. Ben bu sorumluluğumu hep ön planda tuttum. Elimde bulunan bir çok negatifi, benden başka, eşim ve çocuklarım dahil kimse görmedi. 
Kişinin özgün haklarına saygı en önemli tavır olmalıdır. Bu nedenledir ki, F. Almanya’da portre çekmeme karşın, fotografı çekilen kişiler tarafından şikayet almayan, mahkemeye verilmeyen, henüz hiçbir ceza yemeyen portre fotografçısı olma sıfatını sürdürüyorum. 
Çekmiş olduğum bazı fotograflardan, kimsenin aklına gelemeyecek kadar çok gelir sağlamam hiç de zor değildi. Bugün bu fotrografların belki hiçbir değeri kalmadı. Gene de göstermemekte direniyorum. 
Öte yandan fotograf seyircisini, düşündürmeli, veya onu sevindirmelidir, diye düşünüyorum. Bugün bile bazı fotograflara (benim olsun olmasın) hâlâ severek bakıyorum. Her bakışımda onlardan bir şeyler öğreniyorum. Bazı fotografları çektiğim için çok mutluyum. Sonsuz haz duyuyorum. Mutlu olmadığım durum ise, herhangi bir müzik aleti çalamadığımdır. Geriye dönük düşündüğümde de bir müzik aleti çalmak için bir çaba sarf etmediğimi saptıyorum. Bir zamanlar bir klarnet satın alıp, kendi kendime öğrenme girişimlerim olduysa da, başarılı bir girişim olmadı. Şimdi ise evin bir köşesinde paslanmaya yüz tutmuş, bir süs eşyası gibi duruyor... belki bu nedenle kızım Tanja Eylem’i ve oğlum Jens Can’ı daha üç yaşlarındayken konservatuara gönderdim. Tanja Eylem daha başarılıydı. Üç yıllık ana kurslardan sonra, öğretmenleri piyano öğrenmesini salık verdiler. Hemen bir piyano kiralandı. Daha sonra bir piyano da satın alındı. Aniden kızcağız, artık piyano ile uğraşmayacağına karar verdi. Çok hüzünlendim... Can’ın müzik uğraşı ise hâlâ sürüyor: Hip-Hop. 

“Serbest“ Gazetecilik
Bir dönem sonra karanlık oda işler hale geldi. Minik konutumuzun misafir tuvaletinde filmlerimi banyo edebiliyor, minik ebatta fotograf baskısı yapabiliyordum. Daha sonraları, çeşitli büyüklüklerde, çeşitli adreslerde atölyeler kiralayıp, şu veya bu nedenle çıkmak zorunda kalmıştım. 
Almanya ikametimin ilk günlerinde, o yıllarda sadece ana tren istasyonlarının büfelerinde satılan Türkçe gazeteleri okuyordum. Aralarından bir tanesi, bölge muhabirleri arıyordu. Dilekçemi verdim ve kısa bir süre sonra işe alındım. “Serbest” olarak parça başı çalışmaya başladım. Hayatımda ilk kez yaptığım bu işe ısınmıştım. gece gündüz koşturuyor, F. Almanya’da çalışıp-yaşayan Türk işçilerinin yaşamlarından haberler üretiyordum. 
Günün birinde bu işten atıldım. Sebep çok basitti: Yazı Kurulu F. Almanya’da çekmiş olduğum bir fotografın altına Hollanda’dan bir haber yerleştirmişti. Bu bir yanıltmacaydı, benim için. Yalan bir haberin altına imza atabilmem olanaksızdı. Bu fikrimi yazı kurulu şefime bildirdim. Kısa ve öz yanıtı: “Kartını masanın üstüne bırak. İşten atıldın!” oldu. 
Kızgınlık, üzgünlük karışımı duygularla oradan ayrıldım. Bu türden kişilerle ilişkiye kendim sebeb olduğum için çok üzüldüm. Annemin bir sözü kulaklarımda çınladı: “Aptal insanlarla ilişki kuran insanın, akıllı olma şansı yoktur!” 
Sonraları Alman basınından da fotograflarıma ilgi duyulmaya başladı. TV’lere haber fotografları ürettim. Bu fotograflar Almanların ilgisini çekmeye başlamıştı. Nedenini daha sonra öğrenecektim. Hemen hemen yirmi yıldır burada çalışıp-yaşayan Türklerle güncel ilişkiler, çalışma yaşamının dışına çıkmamıştı. Benim fotograflarımda, onların nasıl yaşadıklarını, serbest zamanlarında neler yaptıklarını görebiliyordular. 

Sergiler
Daha sonra UNICEF Almanya bürosu için minik bir sergi gerçekleşti. 1979 yılının çocuk yılı olması nedeniyle, çocuk fotograflarından oluşan bir sergi gerçekleştirdim. Aynı yıl o zamanlar Türkiye’de yayımlanan “Politika” gazetesinin “Onur ödülü” verildi. Daha sonra fotograflarım bir çok ödüle layık görüldüler. (Bu ödüllerden bir şey anlayamadığım için, artık katılmama kararı aldım.) 
Fotograflarıma duyulan şu ya da bu ilgi, bu işi sürdürmeme neden oldu. Arkadaşım Fuat’ın yanısıra bir zamanlar Haus der Geschichte Deutschland Müzesindeçalışan sayın Dr. Brehm’i de burada anmak zorundayım. Bu müze inşaat halindeydi. Açılışı hazırlanıyordu. F. Almanya’nın tarihini yansıtması düşünülen bu müzede bir de “Yabancılar Bölümü” hazırlanıyordu. Dr. Brehm adımı bir tanıdığımdan almış. Randevulaştık. Günün birinde müze için fotograf satın almak üzere çıkıp geldi. Ben ümitsizdim. Yirmi yıl yan yana yaşayıp, komşusunun nasıl yaşadığını benim fotograflarımdan tanıyan, öğrenen insanlara rastladıkça, umutsuzluğum artıyordu. Ayrıca büyük fotograf ajanslarının yanında benden fotograf seçilebileceğini çıkarsayamıyordum. 
Dr. Brehm benim fotograf tarzımı tuttu. Umduğumdan daha seri bir kararla müze arşivi için yirmi fotograf satın aldı. “Artık fotografı bıraksam mi?” diye düşündüğüm bir zamanda böylesi bir ilgi ile tekrar yaptığım işten umutlanmaya başladım. Burada kendisine teşekkür etmek istiyorum. 
Aynı zamanda Eckart Jonalik isimli bir fotografçı arkadaşa da teşekkür etmek zorundayım. Fotograflarıma dönük açık seçik eleştirilerinden yararlandım. 1986 yılında kendisinin de organizatörlerinden olduğu “Ruhr Havzasında 24 Saat”projesine davet edildim. Dünyanın her tarafından fotografçılar bir günlüğüne davet edilerek, 24 saat bir konuyu çekmeleri için örgütlendi. Türkiye’den kendisine bu projede çalışabilecek bir dizi fotografçı önerdiysem de kabul ettiremedim. Sebebini de öğrenemedim. Bir çok ünlü fotografçının arasında ülkemizden de büyük bir ustanın davet edilmesi gerekirdi diye düşünüyordum. Ara Güler’i önerdim. Elimde bulunan minik katalogunu gösterdim. Eckart, fotograflara baktı. Yorum yapmadı. Proje yöneticilerinin benim katılmamda karar aldıklarını bildirdi. Dünyanın ünlü fotografçıları ile aynı projede, aynı koşullar altında çalışmaktan onurlanmadım desem, yalan olur. Eckart, bu projenin beni fotografta “yüksek yerlere” getireceğini söylüyordu. Şimdiye dek bir şey getirdiğini saptayamadım. O yüksek yerler nereler ki? 
Bu proje içinde minik bir anekdot: Proje bitmişti. Büyük boyutta bir de katalog yayınlanmıştı. Sergisi iki yıl süre ile Avrupa Birliği’nin önemli kentlerini dolaşmıştı. 
Bu projede çalışan bütün fotografçıların özyaşamları da, fotograflarıyla birlikte kitabın sonuna basılmıştı. Be- nim özyaşamında doğum yeri olarak ’Ankara’ yazılıydı. Proje sorumlularından Michael’e telefon ederek, doğum yerimin yanlış yazıldığını söylediğimde, kendinden emin bir edayla: “Sorun değil Ankara da Türkiye’de!” diye yanıtlamıştı. Yaptığı ise saygısı mı yoktu? 

Yeniden toparlanmak
Yeniden fotografa, kendi fotograflarıma dönmem gerekiyordu. Yaşamı, anları, her gün gözümüzün önünde cereyan eden ama göremediğimiz anları fotograflamak gerekiyordu. Başkalarını da bu duygulara ortak edebileceğim çekimler yapmak gerekiyordu. Kılıç-kalkanımı takınmış, yel değirmenlerine karşı savaşa çıkmaya hazırlanıyordum. 
F. Almanya’ya göç etmemle birlikte aniden bir yalnızlık mı başlamıştı? Ya da hep vardı da ben mi kavrayamamıştım? 
Geriye dönük düşündüğümde ülkemde yalnız kalabildiğimi anımsayamıyorum. Özellikle tiyatroda çalışırken yalnız kalabilmek imkansız bir durum. Yalnız başına tiyatro ? Olanaksız! 
Sanatçı olunmasa da Türkiye’de yalnız kalabilmek, kendini dinleyebilmek olanağı yoktur. Göçle birlikte bazı şeylerin bilincine varmıştım. Özellikle yabancı bir ülkede yaşıyorsanız ve arzu ettiğiniz bir uğraşta başarılı olabilmenizin şans alanı çok daralıyor. Sanat alanında bu durum daha da zorlaşıyor. Mutlu anlara rastlamak, onları yaşamanın sınırları daralıyor. Bu duyguları mutlaka ilk ve son kez ben yaşamadım. Belki de bu duyguları yaşamak için mutlaka Almanya’da yaşamış olmak gerekiyor. Besteci Gustav Mahler’in de böylesi duyguları olmuş; kendisi Yahudi olduğu için, Almanlara göre daha iyi olması gerektiğini düşünmüş... ayrıca yabancı bir ülkede, tanıdıklarının olmadığı bir ülkede, sana yardım edebilecek insanların sayısı da kısıtlı. Başka bir demeyle, açılmayan kapıları tokmaklamak değil söylemek istediğim, tersine hangi kapıyı tokmaklayacağını bilememek bütün sorun. 
Eşim hariç Almanya’da kimse beni tiyatro oyuncusu olarak tanımıyordu. Ve O bu alanda çalışmıyordu. 
Aramayı, fotografı sürdürdüm. Yayınladım, yayınlattım. Hatta Mainz kenti eski kültür müdürünün benim fotograflarımın “sanat” olmadığını bu nedenle belediyenin galerilerinde sergilenemeyeceğini belirtmesine bile aldırış etmedim. Fotografa devam! İkamet ettiğim Mainz kenti dışında fotograflarım taraftar bulmaya başlayınca, aynı kültür müdürü fikrini değiştirerek, benim fotograflarımı sergilemeye başladı. Günümüzde artık benim teklif etmeme de gerek kalmadı. Onlar bana sergilenecek işim olup-olmadığını sormaya başladılar. Bugün, belki de o zaman gösterdiğim fotografların henüz “olgunlaşmadığını” düşünüyorum. Bu açıdan bakıldığında haklı bir eleştiriymiş diye de düşünebilirim. 
Geriye dönük bir kez daha düşündüğümde, içinde bulunduğum sanat çevresinde yaşamını sanatıyla sürdüren çok az birey vardı. Başka bir demeyle, yaşamını sanatından kazanarak sürdürenleri tanıyamadım. Hâlâ, yeni tanıdığım sanatçılar arasında da sanatıyla geçinebilene rastlayamıyorum. Kısaca: Biz bu toplumun başarısız sanatçılarıyız! diye düşünüyorum. 

“Eksik Günce“
Yirmi yılı aşkın bir süre sonra bazı fotograflarıma baktığımda, iyi ya da kötü bir dizi anılarımı tazeliyorum. Bazı resimlere dönük anılarım hâlâ bugünkü kadar taze, bazıları ise çok silik. Hiçbir şey anımsayamıyorum. 
Fotograflarımı anılarımla birleştirmeyi düşünüyorum. Bazı fotograflar hakkında notlar almışım. Çoğunluğunda, çekildiği tarih ve yer hariç, hiçbir not yok. Keşke bir günce tutma alışkanlığım olsaydı... 
Politik olayları, örneğin: elli yaşını aşmama karşın, bu kısa yaşamda üçüncü kez askeri cuntanın idareye el koyması vs., bilinçli olarak dışlıyorum. Sebebi açık: benim politik uğraşım yirmi yedi yaşında başladı ve otuz yaşımda son buldu. Sanırım, sonsuz şüpheler içindeydim... Benim yaşımdaki insanların politik benliklerini geliştirmeleri için belki de ortam uygun değildi. Ama ürünlerime politik olarak bakılır. Sanatçı ürünleri ile değerlendirilmeli, ait olduğu gurup sorun edilmemeli... 
Yıllarca uğraş sonucu, bir dizi fotograf oluştu, ki bunlar kanımca içinde yaşadığımız Almanya’nın “sosyal tarihinden birer parça” olarak düşünülmelidir. Bilindiği gibi, amacı ne olursa olsun çekilen her fotograf bir anı, bir tarihi saptamış oluyor. 
Zaten kendi fotograflarımın, herhangi bir ideolojinin politik ürünleri olduğuna inanmıyorum. Bu fotograflar içinde yaşadığım dönemde çekilmiş bir tarihi, “Misafir İşçilerin” tarihinden bir kesiti oluşturuyor. Buraya gelmelerinin nedenlerini fotografa sığdırabilmek güç... 
Fotografın tespit ettiği kısa, bir anlık bakış, belki fotograflanan kişiyi anlamaya atılan ilk adımı oluşturabilir. Ve böylesi anlayışlı insanlarla karşılaşırsam çok mutlu olacağım. 
Ben bu düşüncelerimi yazıya dökmeye çalışırken, dışarıda hava durumu sürekli değişiyor. Biraz sıcak, biraz soğuk arası... dengesiz bir durum. Işık ta dengesiz. Fotograf çekmeye bile özendirmiyor... Ve yaşam sürüyor... önümüzdeki günler, yıllar da yaşamımızdan fotograf(lar) eksilmeyecek... 
Ve daha hangi hikayeleri yasayacağız, bilemem... 

Mehmet Ünal

(Ağustos 1998 - Kasım 1999 tarihlerinde yazılan bu yazı Nisan 2006’da tekrar gözden geçirilerek bu hale getirilmiştir. Son olarak Mart 2019 tarihinde düzeltilmiştir.) 

* Sayın Ünal, fotoğraf sözcüğündeki yumuşak “ğ” harfini özellikle kullanmamıştır. 
Sayfadaki tüm fotoğraf çalışmaları Mehmet Ünal’ın kendı sitesinden alınmıştır. 

Donnerstag, 28. Februar 2019

Mehmet Ünal

Sosyal-Belgesel-Fotograf

Herşey “belgesel fotograf“ konusunda bir guruba “koçluk“ yapmam istenildiğinde başladı. Kendi kendine yeten, zamanını boş geçirmeden yaşayabilen birey olarak, bu durum bana artı sorumluluklar getirdi. Bu guruba elimden geldiğince belgesel fotografı anlatmaya, fotografın keşfinden itibaren bu alanda gerçekleştirilen örnekler göstermeye çabaladım... gene konuya ilişkin filmler izlemelerini nacizane tavsiyerde bulundum. Genelde karşılaştığım tavır: işi hafife almak; sanki fotograf entipüften bir mecramış, vb. davranışlara tanık oldum. 

         Fotograf kendi içerisinde zamanla bir çok aşamalar yaşadı. İlk ilan edildiği günden zamanımıza dek bir çok “liglere“ ayrıldı. Portre, manzara ile başladı, ve günümüzdeki eğilimlerden “minimal“e dek geldi...
         Kendi adıma fotografın “belgesel“ dedikleri kısmını seçtim. Bu konuda okudum, çektim, yazdım, sergiledim, yayınladım. Ve bu süreç hala bitmedi...


“Güzel Şeyler Sabır İster“ 
Gut Ding will Weile haben.(Alman atasözü)

         Bizim jenerasyonun fotografa başladığı yıllarda fotograf üretebilmek için gerçekten “sabır“ gerektiriyordu. Fotograf aygıtlarının nasıl çalıştığını, objektiflerin neler olduğunu; fotografları çektikten sonra filmin hangi kimyasal ile nasıl banyo edileceğini, kartlara baskı işlemlerinin nasıl olacağı, filmlerin nasıl kurutulacağı, vb... 
Kısaca: Bir dizi uğraş sonucu neler çektiklerimizin sonuçlarını görebilirdik. 
Kısaca: Optik, ışık ve kimyanın birleşimi sonucu oluşan “büyü“den sonra fotograflarımızı görebiliyorduk. 
Başka bir demeyle: Fotograf “Alaaddin’in Sihirli Lambası“ gibi, kendine has bir giz (sır) olayı idi...
Şimdilerde fotografın bu denli basite alınması, entipüften bir uğraşmış gibi tavırlarla yüzyüze gelmesi acıtıyor... ki herkesin, istisnasız “herkesin bir fotograf makinası olmalıdır“diyenler gurubundanım.
2002 yılında bir dergi için Fotokina hakkında bir yazı yazmam istenince, o yıl Fotokina’da gözden kaçmayan bir atılım yapan dijital teknolojiyi görünce (dijital bu tarihten çok önce başlamıştı) yazımın başlığını “Fotograf demokratikleşiyor“ koymuştum. Ve öyle oldu. Şu an, hangi sınıftan olursa olsun, istisnasız herkesin elinde bir “görüntü“ üretebileceği alet bulunmaktadır. 
Gerek fotograf makinası, gerek akıllı cep telefonu ile çeksin, herkes “fotograf çekiyorum“ demektedir... Endüstri 1890 yılında ortaya attığı reklam sloganı olan, “Siz düğmeye basın, gerisini bize bırakın“belgisini, içinde bulunduğumuz zamanda tamamiyle gerçekleşmiştir. Artık, eskiden olduğu gibi, kaç ASA’da, hangi optik ile kaç diyaframda çekileceğini, hangi kimya ile banyo edileceğini, hangi karta basılacağını düşünmeye gerek kalmamıştır... (ama kazın ayağı böyle değil.)
İşte sorun burada başlamaktadır. Fotograf makinesinin düğmesine basılıyor ve hemen arkasındaki ekranda çekilen görülebiliyor...
Sabırsız olan halkımız ise, ne çıkarsa çıksın hayatından memnun...
Ancak “Güzel Şeyler Sabır İster“!Bundan önce de bilgi, deneyim ister; gelişkin bir kişilik ister. 


Fotografın ALFABE’si

Birçoklarının dediği gibi, “bana göre böyle“,başka şeylerde olduğu gibi, fotografta da geçersizdir. Fotografın bir alfabesi vardır. Aynı konuştuğumuz dilin alfabesi gibi... Bu olmasaydı, anlaşmakta güçlük çekeceğimizin kaçınılmaz gerçektir.
Fotografın alfabe’si nedeniyle, “fotografın dili“tüm yeryüzünde, herkesin birbirleriyle tercümansız anlaşabildiği bir dil; bir fotografa bakarken çevirmene gereksinim duymayız. Ve, ortaya bir fotograf konulursa tüm dünyada anlaşılır ve anlayabiliriz. Bu ALFABE nedeniyle, fotograf biriciktir. Dikkat edilecek mesele, sunduğumuz fotograflarda değerli bilgiler olmasıdır. Yazıda olduğu gibi, bir fotograf da, ona bakana değerli bilgiler verebileceği gibi,  görsel kirlilik te sunabilir. 
Fotografın en önemli özelliği içeriğidir. Öyküsüdür. Bunu ısrarla savunuyorum! 

Bir örnek: Yaşamın Aynası: Fotograf (*1)kitabımın ikinci baskısı çıktığında ülkemiz üniversitelerinde hocalık yapan bir tanıdığım, “Kitabını okudum. Ancak 33üncü sayfadaki bir cümle, benim için değil ama, öğrenciler için çok tehlikeli...“ dedi. Şaşırdım.
Cümle şöyle: “Mesajı olmayan fotograf  ’banal’ bir çalışmadır.“Bu tümce ile de fotografın en önemli özelliği olan “öyküsü“ olması dile getirilmektedir. 
“TEHLİKE“ nerededir?


Öykü mü, Teknik mi?

         Diğer bir gerçek ise, herhangi bir sayfada basılan, veya sergilenen bir fotograf, ilk bakışta anlaşılabilir. Bazı fotograflara daha uzun bakmak gerekebilir. Aynı bir öyküde ya da romanda olduğu gibi, bazı satırları iyicene özümsemek için tekrar tekrar okumak gerekebilir. Bir fotografa da tekrar tekrar bakılabilir. Hele bıkmadan bakılabiliyorsa, o öykü ’tadından yenmez’...

TV ve diğer mecralarda fotograf kullanımı, günümüzde Facebook, Twitter ve/veya başka sosyal ortamlarda olduğu gibi fotografın ’bıktırırcasına’ çok kullanıldığı bir dönemde, fotografların öykülerinin de nitelik olarak çok üstün olmaları gerekiyor. Ancak bu durumda, bir fotografı okumak, TV’lerdeki, reklamlardaki resimlere bakmaktan daha tercih edilen bir durum yaratabilir.
Teknik, alet-edavat hakkında saatlerce konuşmak; önüne konulan fotografı teknik yönden saatlerce irdelemek sadece, ülkemdeki fotografla uğraşan insanlara özgü bir şey değil. Dünyanın her yerinde, fotografın içeriğinden çok tekniği üzerine konuşmak gibi bir “salgın hastalık“ sözkonusu... hele ülkemde, iki fotografçı biraraya geldiklerinde, neredeyse sadece ve sadece aygıtlar, teknik- üzerine sohbet etmekteler... hangi marka olursa olsun, tüm aygıtların yeteneklerini ezbere bilmekteler. Çoğunlukla, keskinliği ve renkleri iyiyse, o fotografın güzelliğinden dem vuruyorlar. Öyküsü hakkında konuşmalar, belirgin biçimde az!
Bu şuna benziyor: Bir roman okuyorsunuz ve dilbilgisi ve noktalama işaretleri doğruysa, o roman iyi roman gibi...
Kısaca: Teknik olarak çok iyi çalışılmış bir fotograf anlamsız ve sıkıcı olabilir.
Bir yazarın aletleri arasında kalemi/daktilosu hangi anlamı taşıyorsa, bir fotografçı için de fotograf aygıtı aynı anlamı taşıyor. Bunların markalarının çok iyi olması, çok iyi roman yazmalarına, çok iyi fotograf cekebilmelerinin altyapısını oluşturmaz. Öncelikle, o bireyin kişiliği önemlidir. Dünyaya bakış açısı önemlidir. Bunların ışığında ürününü verir. Bakmak, görmek, fotograf makinasından bakmak farklı eylemlerdir. Sonra, seçmek ve deklanşöre basmak gerekmektedir. İşte tam bu sırada deklanşöre ne zaman basacağınıza, alet değil fotografçı karar verir... bu uğraşın ayrıcalığı buradadır.
“Ah bir Leica’m olsa nasıl güzel fotograflar çekerdim“gibi düşünceler beyhudedir. Kafanın içinde ne varsa, gözler onu görür. Diğeri “makinalara esirlik“ diye tanımlanabilir. Ve öyledir.
         Tüm bu yazdıklarından “teknik önemli değildir“ gibi bir anlam çıkartılmamalıdır. Tam tersine aletin teknik yetenekleri çok iyi bilinmelidir. Hangi sonucun alınacağı iyi bilinmelidir. Akıllıca kullanılmalı, amaca uygun kullanılmalıdır. İçeriğin önüne geçmemelidir. 
Bu içerik fotografçının kişiliği ile oluşur. Kişiliği neyse, ürünleri de öyle olur. Bu konuda iyi bir örnek olduğu için S. Salgado’nun bir tümcesini alıntılayacağım: “Fotografını çekmek istediğiniz konuyla ideolojik yakınlığınızın olması gerekir. Eğer olmazsa uzun süre içten ve empatik kalamazsınız. Kendinizi konu ile özdeşleştirmeniz gerekmektedir.“ (*2)

Bu söylemi okuduktan sonra, koçluk yaptığım guruptaki bir konuşma aklıma geldi. Ülkemizdeki göçmenlerin çekilmesini, belgelenmesini önermiştim. Bir-iki araştırma gezisinden sonra, “göçmenlerin  kaldıkları yerler çok pismiş“ bu nedenle aralarında bazıları “iğrenmişler.“ Bu yaklaşım ile zaten belgesel fotografçı olunmaz, demiştim. 
         Gözümüzü teknikten çok içeriğe doğrultmamız gerektiğini bir kez daha vurgulamak istiyorum.  Düşüncelerimiz, bakmamız, görmemiz, hissetmemiz, çok önemlidir. Kendimizi ve ortamımızı bu tavırları benimsersek güzelleştirme şansımız artar.
-      Bu fotografı neden çekiyorum? 
-      Neden bu insanı çekiyorum da başkasını değil?
-      Bu motifin özelliği nedir?
-      Bu fotografı çektim, sonra ne yapacağım?
Ve daha bir çok sorular... yanıtını veremediğimiz davranışta bulunmamamız gerekiyor. Fotografta da bu böyle. Neden farklı olsun?
Kısacası, konumuz fotograf ise, özellikle sosyal-belgesel fotograf ise, bu bizim yaşam biçimimiz olmalıdır. 
Bu söylemle, yepyeni birşeyler söylediğimi sanmıyorum. Benden önce de, şimdi de bu tarz söylemlerde belgesel fotografçılara rastladıkça, eskilerin devamı, şimdikilerin de çağdaşı olduğum için kıvanç duyuyorum.



İzmir, 14 Temmuz 2015 - Şubat 2018        [2]


*1Mehmet Ünal: Yaşamın Aynası: Fotograf, Espas Yayınları, Istanbul 2012
*2 Ken Light : Çağımızın Tanıkları, Fotograf Vakfı Yayınları, Istanbul 2006

Göç Çocukları ’Almanya’nın üzerinde bir hayalet dolaşıyor.: Entegrasyon!’   ’Birinci Nesil’, ’İkinici Nesil’ ya da ’Üçüncü Nesil’ veya hâlen...